KUTSAL KİTAP’A GÖRE YARATILIŞ


Yaratılış Kitabının Tarihsel Güvenilirliği

Geçmiş bölümlerde, günümüz biliminin temel durumunun evrim teorisinden çok, yaratılış teorisine uyum sağladığı gösterildi. Hâlâ çözüm bekleyen bazı sorunlara karşın, hiçbiri yaratılış modeline inananları endişelendirebilecek önemde değildir. Oysa, evrim teorisi içindeki birçok sorun çok ciddidir. Ancak bilimsel açıdan, özel yaratılış olayı ve afetçilik düşüncesinin doğruluğu benimsenebilir en yüksek olasılıktır.

Bununla birlikte, yaratış sürecinin ayrıntıları, sürekliliği, düzeni, yöntemleri ve amaçları bilimle saptanamaz. Bilimsel yöntem, günümüzün süreçleriyle sınırlanmıştır ve termodinamiğin kanıtlanmış kurallarına göre bu süreçler hiçbir şeyi yaratamaz.

Yaratılış gerçekse, bir Yaratıcı var demektir ve evren, onun eseridir. Bu yaratışta, onun bir amacı vardı ve görünüşe göre insan, o amacın merkezindedir, çünkü sadece insan yaratılış kavramını bile anlayabilmektedir. Buna göre, Tanrı’nın, yarattığı insanlara, yaratılış hakkında kendi kendilerine hiçbir zaman bulamayacakları gerekli açıklamaları, esin yoluyla bildirmesi mantıklıdır.

İşte O’nun “başlangıçlar” kitabı olan Yaratılış (Tekvin) aracılığıyla yaptığı budur. Eleştirmenlerin çoğunun iddia ettiği gibi Yaratılış kitabının yaratış bölümleri, modası geçmiş efsaneler değil, evrenin ilkel tarihini bildiren harika ve gerçek bildirilerdir. Bu bölümler, bilimin tanımlayabileceğinin çok ötesinde bilgi veriyorlar ve aynı zamanda, bilimin tanımlayabildiği olguların doğru yorumlanması için doyurucu bir zihinsel çerçeve sağlıyorlar.

Yaratılış kitabının tarihselliğine karşı eskiden öne sürülen kanıtlar, artık ağır basmamaktadırlar. Bir zamanlar iddia edildiğine göre, ne Hz. Musa ne de ondan önce gelen birisi Yaratılış kitabını yazamadı, çünkü o zamana kadar nasıl yazılacağını bile bilmiyorlardı. Artık bunun gibi bir fikir ileri sürmeye kimse cesaret edemez. Arkeologların uzun zamandan beri yaptıkları saptamalara göre yazı, Hz. Musa’dan çok önce, hatta Hz. İbrahim’den bile önce toplum tarafından kullanılmaktaydı. Dünya çapında yapılan yeni keşifler gösteriyor ki, evrimcilerin olasılık vermedikleri kadar erken tarihlerde, eski çağ insanları birçok alanda çok beceriklidiler ve teknolojiye sahiptiler. Aslında, evrimsel varsayımlar dışında, insanoğlunun ilk yaratıldığı andan itibaren, okuyup yazabilme yeteneğinin olduğuna inanmamak için hiçbir neden yoktur.

Bunun gibi Yaratılış’ın 12. bölümünden itibaren yer alan tanımların (kültür, gelenekler, etimoloji, coğrafya, siyasal bilimler...) birçok arkeolojik kanıtları oldu. Bu tanımlar o kadar gerçekçi ki, tanımlanan kişilerin yaşadığı dönemde yaşayanlar tarafından yazılmış olmalıdırlar. Evrimsel varsayımlar dışında, Yaratılış’ın 12. bölümüyle doğal olarak birleşen 11. bölümün tarihselliğini yadsımak için hiçbir mantıklı neden bulunmamaktadır.

Son olarak, bu bölümde gösterileceği gibi, Yaratılış’ın ilk bölümlerinin tarihsel doğruluğu ve Tanrı sözü niteliği taşıdığı Yeni Antlaşma’nın tüm yazarları ve İsa Mesih tarafından kabul edildi. Bu kayıtları doğru ve güvenilir olarak kabul etmek, İsa’nın doğru ve güvenilir olduğunu kabul etmenin gereğidir.


Yaratılış Kitabının Bölümleri

Yaratılış kitabının daha iyi anlaşılması için bölümlere ayrılmasının çeşitli yardımcı yolları var. En açık bölüm yaratılışın altı günüdür. Tanrı’nın yaratma çalışmalarını, düzenleme çalışmalarından ayırt etmekte önemlidir.

Bir başka bölümleme, tüm Yaratılış Kitabı’nın yapısal bölümleriyle ilgilidir. Bu bölümler, “. . .’ın soyunun öyküsü” türünden sözlerle birbirinden ayırt edilir. Bunların her birisi bir öykünün sonunu ve bir diğerinin başlangıcını belirtiyor. Bu olgu, bölümlerin her birinin, büyük olasılıkla farklı bir yazarının olduğunu gösteriyor.

1. Yaratılışın Gerçek Yazarları

Musa’nın zamanındaki insanlar yazma bilmediklerinden, kendisinin de Yaratılış kitabını yazamayacağı söylencesi çoktan yalanlanmıştır. Buna karşın biçemlerde ve kelime bilgilerinde görülen bazı farklılıklar, birçok insanca ortaya atılan, Yaratılış’ın özgün belgelerinin birden fazla yazarı olduğuna ilişkin “kaynaklar” teorisini haklı çıkarıyor.

Yaratılış kitabının Yeni Antlaşma’da sık sık alıntılanmasına karşın, bu alıntıların hiçbir yerde Musa’ya atfedilmemesi önemlidir. Ancak, Musa’nın diğer dört kitaptan yapılan alıntılar sık sık ona atfedilirler. Öte yandan, Yahudiler, şüphesiz, beş kitabı da Hz. Musa’nın kitapları olarak benimsemişlerdir. Hz. Musa’nın Yaratılış’ın yazarından çok editörü olduğu anlaşıldığında, bu karmaşa kolayca çözülür. Değişik bölümlerin özgün yazarları, isimleri “. . .’ın soyunun öyküsü” sözleriyle belirlenenler ataların kendileriydi.

Eski zamanlardaki yaygın geleneğe uyarak, taş levhaların üzerine yazılan kayıtlar ve hikayeler, belki de sonraları, kitaplıklara ya da halka açık depolara yerleştirilerek nesilden nesle aktarıldı. Yaratılış’ın özgün kayıtlarının görgü tanıkları tarafından yazıldığına ve atalardan, yani Hz. Adem’den, Hz. Nuh’tan ve Hz. İbrahim’den en sonunda Hz. Musa’ya aktarıldığına inanmak çok mantıklı görünüyor.

Tüm bu eski kayıtlar toplanarak, Hz. Musa tarafından düzenlenmiş, gerekli bağlantılar ve açıklayıcı yorumlarla birlikte son biçimlerinde almışlardır. Hz. Musa daha sonra, bunları izleyen Mısır’dan Çıkış, Levililer, Çölde Sayım ve Yasa’nın Tekrarı’nda görmüş olduğumuz, kendine ait hikayeleri de derlemiştir. Bu olguyu anlamak, bu eski tarihleri çekici bir biçimde canlandırmaktadır. Bunlar, kuşaktan kuşağa sözlü olarak aktarılan basit eski olaylar değil, fiili olayların görgü tanıkları, bunları yaşamış insanlar tarafından yazılmış olan raporlardır.

Eski Antlaşma’nın Yunanca çevirisinde, “nesiller” anlamını taşıyan İbranice kelime, “Genesis” olmuştur. Genesiskelimesi kitabın başlığı olarak kabul edilip benimsenmiştir, yani eski ataların nesiller kitabı. Genesiskelimesi hem olayların başlangıcı, hem de nesillerin kayıtları düşüncesini içerir. Eski zamanlarda genel olarak olayları kaydeden kimseler, bir tableti tamamladıklarında, bir işaret olması açısından, tabletin sonuna kendilerine ait bir imza atarlardı. “Bunlar Nahor’un tarihsel kayıtlarıdır” biçiminde yazabilirlerdi. Daha sonra başka bir yazar aynı kaydı başka bir tablete geçirecekse, belirlediği kelimelerle ya da uygun cümlelerle, eski kitapta bakılması gereken yeri gösteren bir not koyup eski tabletin, birbirine yakın ve uygun bölümlerini belirtirdi.1

Gerçi, nesiller formülünün bundan öncekinde mi yoksa bunu izleyen diğer ayetlerde mi uygulandığı konusunda bazı şüpheler var. Bu açıklamanın önemi, bir öncekini onaylıyor gibi görünüyor. Bütün durumlarda, her bölümde tanımlanan olaylar, adı onu izleyen insanlar tarafından bilinirdi, ama adı ondan önce gelenler tarafından bilinemezdi. Örneğin “İkinci Yaratım Hikayesi” diye adlandırılan Yaratılış 2:3’ten 5:1’e kadar olan bölüm, “Adem soyunun öyküsü” olarak tanımlanır. Ancak Adem, Yaratılış 5:1-6:8’deki ayetlerde anlatılan tüm olayları bilemezdi. Yaratılış 6:9’da bu bölüm, “Nuh’un nesilleri” olarak tanımlanır.

Bu yüzden, gerçekte iki yaratış hikayesi vardır, ikincisi Adem tarafından, kendi bakış açısından yazılmıştır. Birincisi (Yaratılış 1:1-2:3) kimse tarafından gözlemlenemezdi ve doğrudan Tanrı tarafından yazılmış olmalıdır. Tanrı bunu, on emri kendi “parmağıyla” yazdığı gibi (Çık. 31:18) ya da esin yoluyla yazmış olabilir. Yaratılış 2:4’deki soylar sözü, kişisel adıyla kimliği belirlenmemiş, soylardan yalnızca birini belirtir: “Yerin ve göğün yaratıldıkları zamandaki soylardır...” Bu, Yaratıcı’nın, doğrudan ve kendine özgü bir biçimde yarattığı gök ve yerle ilgili kişisel hikayesidir. Bu sadece edebi bir türdür diyerek, olayların tarihselliğini şüpheye düşürmemek iyi olur. Tersine, insanoğlu Yazar’ına inanarak, boyun eğerek, Tanrı’nın kolay anlaşılır kelimelerle, açık konuşarak insanoğlunun hiçbir zaman kendi kendine keşfedemeyeceği şeyleri bildirdiğine inanmalıdır.


2. Tanrı’nın “Yaratım” ve “Yapım” Çalışmaları

Birinci yaratış hikayesi şu ifadeyle sona ermiştir: “Tanrı o gün yaptığı, yarattığı bütün işi bitirip dinlendi” (Yaratılış 2:3). Anlaşılan, yaratış haftasında, Tanrı tarafından iki “iş” tamamlanıp kaydedildi. Bazı durumlarda, onun çalışması yaratma (İbranice bara); diğerlerinde, yapma (İbranice asah) ya da biçimlendirmedir (İbranice yatsar). Bu ifade, bu bölümde belirtildiği gibi, Tanrı’nın çalışmalarını sınıflandırmak için, başka bir önemli yol bulmamızı sağlıyor.

Tanrı’nın yaratışı başka kelimelerle anlatılırsa, her şeyi, daha önce hiçbir biçimde varolmayan bir hiçlikten (elbette Tanrı’nın kendi gücü dışında) var ettiği biçiminde anlatılabilir. Bu anlamda sadece Tanrı yaratabilir ve Kutsal Kitap’ın hiçbir yerinde Tanrı’dan başkası için “yaratma” kelimesi kullanılmamaktadır. Tanrı’nın insanoğluna verdiği zeka ve yeteneklerle, insanoğlunun, basit bir bileşimden, karışık bir sistemi bir araya getirerek bir şeyler “yapabilmesi” olasıdır; ancak hiçbir şey yaratamaz.2 Tanrı da bir şeyler “yapabilir” ve yaptığı zaman insanın yaptığının daha ilerlemiş ve daha etkilisini yapar. Tanrı gerçekten bunu, yaratım çalışmalarıyla, yaratım haftası süresince yapmıştır. Tanrı’nın çalışmalarının iki türü, yaratım ve yapma, o haftanın sonunda bitti. “...Tanrı, dünyanın kuruluşundan beri işlerini tamamlamıştır” (İbraniler 4:3).

Yaratılış 1’de, gerçek yaratım olan (barayüklemini kullanarak) sadece üç çalışmasının belirtilmesi önemlidir. Bunlar: (1) Yaratılış 1:1’de yazılı fiziksel evrenin temel elemanlarının yaratılması, yani, uzay, hacim ve zaman (gökler, dünya, başlangıç). (2) Yaratılış 1:21’deki bilincin yaratılmasıdır (İbranice nephesh, yani “ruh”). Nepheshaynı zamanda İbranice ruach(“yaşamsal soluk”) ile ilişkilidir. (Yaratılış 1:21’de “canlılar,” genellikle “can” ya da “yaşam” olarak çevrilen nepheshkelimesinden gelir. (3) Yaratılış 1:27’de söz edilen, insanda yaratılan Tanrı’nın sureti.

Sonuçta, yaratılan üç temel şey vardır: Bütün cansız ve bilinçsiz canlı sistemlerin (örneğin bitkiler)3yapıldığı evrenin maddesel unsurları; fiziksel sistemleri aynı unsurlardan oluşan, ancak bir bilinç kapasitesi taşıyan hayvan dünyası ve insanlar. İnsanlar da evrenin fiziksel maddelerini ve hayvanların bilinç kapasitesini paylaşır, ama aynı zamanda “Tanrı’nın suretinde” yaratılmak gibi eşsiz bir özelliğe sahiptir.


3. Altı Günlük Çalışma

Bu büyük yaratımın arasında birçok oluşum gerçekleşti. Doruk noktası, insanın bedeninin fiziksel maddelerle düzenlenmesi, yaşamını ve nefesini Tanrı’nın ruhundan almasıdır (Yaratılış 2:7). Bu oluşumlar, yaratılışın altı günü boyunca etkili ve mantıklı biçimde şöyle sıralandı:


Gün Oluşum

Bir Evrenin fiziksel unsurlarının harekete geçirilmesi

İki Atmosferin ve hidrosferin düzenlenmesi

Üç Litosferin ve biyosferin düzenlenmesi

Dört Astrosferin düzenlenmesi

Beş Atmosfer ve hidrosferdeki yaşamın düzenlenmesi

Altı Litosfer ve biyosferdeki yaşamın düzenlenmesi

Yedi Tamamlanan yaratım ve yapım çalışmalarından sonra dinlenme


Altı günlük çalışmanın mantık ve simetrisi yukarıdaki özette görülebilir. Ayetleri kapsamlı bir biçimde yorumlamayı amaçlamıyoruz,4 ama temel ilkelere dikkat çekmek istiyoruz.


(a) Yaratımdaki Amaçlı İlerleme

Örneğin, dikkat edilmelidir ki her aşama sonraki aşamaya hazırlık niteliğindedir ve hepsinin asıl amacı insana uygun bir ev sağlamaktır. Ayrıca, yaratılan varlıklarının hepsinin kendine özgü, belirli bir amacı olduğuna dikkat ediniz. Hiçbiri de doğal, rastlantısal güçlerin çalışmaları değildir. Bu, Tanrı’nın her şeyi evrimsel dolambaç sisteminde çeşitli yolları denemeden, dolaysız ve kendi amacına göre hazırladığını göstermektedir.

Tanrısal evrimle eşanlamlı olan aşamalı yaratılış teorilerine karşı tanrıbilimsel itirazlar aşağıda açıklanacaktır. Her sistem ve her organizma Tanrı’nın planladığı biçimde yaratıldı ve her biri kendine özgü karakteri içinde kalsın diye tasarlandı. Benzer biçimde, yaratım haftası sürekli, aralıksız ve gerçek bir haftaydı. Aslında sonraki tüm haftalar da bu ilk örnek gibi, yedi günden oluşmaktaydı. “Boşluk Teorisi” ve “Gün-Devir Teorisi” aşağıda ayrıntılarıyla ele alınacaktır. Bunlar, ne Kutsal Kitap’ın doğru yorumunu destekler ne de bilimseldir.


(b) Dünyanın Yaşlı Görünüşü

Kabul edilmesi gereken başka bir önemli nokta şudur: Yaratış, doğumundan itibaren “olgun”du. Basit başlangıçlardan büyümek ya da gelişmek zorunda değildi. Tanrı, onu tüm yönleriyle gelişmiş biçimde şekillendirdi. Adem ve Havva da ilk yaratıldıkları andan itibaren böyle olgunlaşmış bireylerdi. Evrenin başlangıcından beri “yaşlı bir görünüşü” vardı. Gerçek bir yaratışta başka türlü olması olanaksızdır. Böylece, “Gök ve yer bütün öğeleriyle tamamlandı.” (Yaratılış 2:1).

Bu demek oluyor ki güneş, ay ve yıldızlardan gelen ışık, onların yaratılışından itibaren dünyanın üstünde parlıyordu, çünkü onların amacı “yeryüzünü aydınlatmak”tı (Yaratılış 1:17). Üstelik, bu göksel nesnelerden uzay yoluyla dünyaya gelen ışık dalgaları, belki de göksel nesnelerden bile önce5, ilk üç gün için ışık sağlasınlar diye yaratılmıştır. Tanrı için ışık dalgaları yaratmak, kesinlikle ışık dalgaları üretecek olan asıl ışıkları yaratmaktan daha zor değildi.

Bu, fosillerin taşların içinde yaratıldığı anlamına gelmez. Tanrı, ölümü ya da bozulmayı gösteren herhangi bir ipucu yaratmazdı, çünkü böyle olsaydı, yaşlı bir görünüş değil, kötülüğün yansımasını yaratırdı ve bu da, karakterine ters düşerdi.


(c) O Zamanki Dünya (2. Petrus 3:6)

Başlangıçta yaratılan dünyanın günümüz dünyasından birçok yönden farklı olduğunu anlamak önemlidir. O dünyada kubbenin üstünde sular vardı (Yaratılış 1:7). Günümüz dünyasında bunun benzeri yoktur. “Kubbe” kelimesi İbranice raqia(“gerilmiş incelik”) kelimesinden çevrilmiştir. Anlamı, bulunduğu ayetlere göre yorumlanır. “Kubbeye ‘Gök’ adını verdi” (Yaratılış 1:8) demesinden, burada kubbenin, aşağı yukarı kuşların uçtuğu atmosfer olduğu anlaşılır (Yaratılış 1:20). Bunun üzerindeki sular çok geniş, görünmez su buharından oluşmuş bir battaniye gibi olmalıydı. Yıldızlardan gelen ışıklara, yarı saydam olup harika sera etkisi bırakan bu sular, bir kutuptan diğerine ılık bir hava oluşturuyorlardı. Hava kümelerinin dolaşımlarını ve bundan kaynaklanan yağışı engelliyorlardı (Yaratılış 2:5). Bu, uzaydan gelen zararlı radyasyonların süzülmesinde etkiliydi, yaşayan hücrelerin gövdesel değişimlerini büyük ölçüde engellerdi ve sonuç olarak ölüm ve yaşlanmanın hızını yavaşlatırdı.

Diğer bir büyük ayrım da, Nuh Tufanı’ndan önceki coğrafyadaydı. Aden nehir sisteminin (Yaratılış 2:10-14) günümüzde varolmadığı açıktır. Artezyen Kuyusu biçimindeki dört nehrin kaynağı ve sonra engin kaynaklarının fışkırması, (Yaratılış 7:11) yeryüzü kabuğunun altında, basınçlı çok büyük su depolarının olduğunu göstermektedir. Bu sular ve gökyüzünün üzerindeki sular, şimdiki okyanus sisteminin içinde bulunmalı. Bu dönüşüm, selden önceki okyanusların şimdikinden çok daha az genişlikte olduğunu gösteriyor. Buna bağlı olarak karalar çok daha genişti. Hafif ılıman iklimler ve verimli topraklar günümüzde olduğundan çok fazla bitki ve hayvan türü beslerdi.

Tüm bunlara ek olarak, başlangıçta ölüm yoktu! Ölüm ancak günahın dünyaya gelmesiyle ortaya çıktı (Romalılar 5:12, 8:22). İnsan günah işlemeseydi, sonsuza dek yaşardı. Herhalde aynı şekilde hayvanlar da yaşarlardı (en azından nephesh’e sahip olanlar). Bitkiler bilinç sahibi değildirler. Onlar sadece çok karmaşık biçimde çoğalan kimyadan oluşurlar. Meyveleri ve otları yemek, bitkilerin ölmesi anlamına gelmezdi, çünkü yaratılmış “yaşamları” (bilinç anlamında) yoktu.

Tüm bunlar şimdi değişti. Çürümek ve ölmek, lanetle birlikte geldi. Dünyanın günümüzdeki çehresi tufandan sonra oluştu.


Düşüş, Lanet ve Termodinamiğin Yasaları

Tüm dünya insanoğlu için tasarlandı. İnsan, Tanrı’nın kâhyası olarak dünyayı yönetecekti. Çevre mükemmeldi ve insan başarılı olmak için mükemmel bir şekilde donatılmıştı. Buna göre insan, son derece mutlu olup bütün bu nimetleri kendisine bağışlayan yüce yaratıcısına sevgisini ve minnetini göstermeliydi.

Ancak Tanrı insanoğlunu, önemsiz bir makina gibi yaratmadı. Tanrı’nın sevgisi gönüldendi. İnsanla bir samimiyetin oluşabilmesi için insanın sevgisi de gönülden olmalıydı; zaten “gönülsüz sevgi” çelişki doğurur. İnsan, sevmek ya da sevmemek, uymak ya da uymamak konusunda özgürdü ve seçme sorumluluğu taşıyordu. Mücadele ve ıstırap çekme, suç ve savaş, bozulma ve ölümün altı bin yılın üzerindeki tarihi, insanın yanlış olanı seçtiğine kanıt olarak yeterlidir.

Aden bahçesinde, insan, Tanrı’nın sözünden kuşkulanıp O’nu reddettiği zaman, günah dünyaya girdi. Günahla birlikte ölüm de dünyaya girdi. Tanrı, üzülerek Adem’e “...Toprak senin yüzünden lanetlendi... Çünkü topraksın, topraktan yaratıldın ve yine toprağa döneceksin” dedi (Yaratılış 3:17-19). Temel fiziksel maddeler (yerin toprağı) böylece lanetlenmiş oldu ve tüm canlı yaratıklar bu maddelerden yapıldığından dolayı lanetlendiler.

Yeni Antlaşma’nın bu konudaki bölümü, Romalılar 8:20-22’dir:

Çünkü yaratılış amaçsızlığa teslim edildi. Bu da yaratılışın isteğiyle değil, onu amaçsızlığa teslim eden Tanrı’nın isteğiyle oldu. Çünkü yaratılışın, yozlaşmaya köle olmaktan kurtarılıp Tanrı çocuklarının yüce özgürlüğüne kavuşturulması umudu vardı. Bütün yaratılışın şu ana dek birlikte inleyip doğum ağrısı çektiğini biliyoruz.”

Bu evrensel “yozlaşmaya olan kölelik”, bilim adamlarının en sonunda resmileştirdikleri Termodinamiğin İkinci Yasası’ndan başka bir şey olamaz. Aynı şekilde, Tanrı’nın yaratım ve şekillendirme çalışmalarından sonraki “dinlenme”si (Yaratılış 2:1-3) ile birlikte, Tanrı’nın o zamandan itibaren kendi yaratılışını koruyup sürdürmesi (Nehemya 9:6), evrensel ilke olan Termodinamiğin Birinci Yasası, yani, Madde-Enerji Dönüşüm Yasası olmalıdır.

Bilim adamları bu iki yasanın evrenselliğini göstermiştir, ama bu yasaların neden böyle işlediklerini bulamıyorlar. Bunun yanıtı, yani “Enerji neden her zaman dönüşür ve düzensizlik hep yoğunlaşır?” sorunun yanıtı, ancak Kutsal Kitap’ta bulunur. Kutsal Kitap’ta, Birinci ve İkinci Yasayı gösteren birçok ayet bulunur: (Birinci Yasa:Koloseliler 1:16,17; İbraniler 1:2,3; 2. Petrus 3:5,7; Mezmurlar 148:5,6; Yeşaya (İşaya) 40:26; Vaiz 1:9,10; 2:14,15 vb.). (İkinci Yasa:Mezmurlar 102: 25-27; Yeşaya 51:6; 1. Petrus 1:24,25; İbraniler 12:27; Romalılar 7:21-25; Vahiy (Esinleme) 21:4; 22:3 vb.).


Tufan

Nuh Tufanı, dünyanın başlangıcıyla günümüz dünyası arasındaki büyük ayrımın dönüm noktasıdır. “Ne var ki, göklerin çok önceden Tanrı’nın sözüyle var olduğunu, yerin sudan ve su aracılığıyla şekillendiğini bile bile unutuyorlar. O zamanki dünya yine suyla, tufanla mahvolmuştu” (2. Petrus 3:5,6).

Böylece, Tanrı yaratığı özgün dünyaya iki tane küresel değişiklik getirdi. Birincisi, insanın günah işlemesinden sonra, yeryüzünün Tanrı tarafından lanetlenmesiydi (Yaratılış 3:17). İkincisi, Tanrı’nın “İnsanlığa son vereceğim… Onlarla birlikte yeryüzünü de yok edeceğim” sözünü söylemek zorunda kalmasıydı (Yaratılış 6:13). İlk olay, her şeyin evrensel olarak içten çürümesiyle tüm süreçlerin temel doğasını değiştirdi. İkincisi ise, bu süreçlerin oranlarıyla afet düzeyinde değişikliklere yol açarak, yaratılış haftası içerisinde yaratılan alemin hava, su, yer ve yaşam kürelerini değiştirdi. Lanet, evrensel ölüme doğru eğilimi gösterdi. Tufan, zamanın başlangıcından o güne dek dünyanın karşılaştığı en büyük ölüm randevusuydu.

Tanrı’nın, günahla ilgili olarak, dünya çapındaki bu iki yargısı, evrensel doğal olgular aracılığıyla insanla konuşmaya yönelik son girişimleridir. Tufanın bitiminde Tanrı şunları söylemiştir (Yaratılış 8:21):

1. “İnsanlar yüzünden yeryüzünü bir daha lanetlemeyeceğim. Çünkü insan yüreğindeki eğilimler çocukluğundan beri kötüdür.”

2. “Şimdi yaptığım gibi bütün canlıları bir daha yok etmeyeceğim.”

Büyük Lanet ve Tufan, insanlar için Tanrı’nın günahtan ne denli nefret ettiğine kanıttır ve tüm insanlık alemini tövbeye çağırma konusundaki kararlılığını gösteren kalıcı bir örnektir. İnsanlığın dünyadaki yaşantısında denediği her süreç, kendisine, Tanrı’nın Lanet Günü’nü, çevresinde gördüğü her şey de Tufan Felâketi’ni anımsatmalıdır. Gördüğü ve yaşadığı her şey, insanın, Yaratıcı’nın koruması ve dostluğundan uzaklaştığını bilmesine ve hemen O’ndan kurtuluş dilemesine aracı olmalıdır.

Ancak insanlık sapkın, düşünceleri ise günahlıdır. İnsan, lanetin taşıdığı öğretici istekler gereği Tanrı’nın göstermiş olduğu yolu izlemek yerine, bu olayın üstünü örtmeye çalışmış ve zamanla dönüşü olmayacak biçimde öyle kötü bir hale gelmiştir ki, Tanrı büyük tufanla dünyayı yerle bir etmek zorunda kalmıştır. Tufandan sonra yaşayanlarsa, Tanrı tarafından kendilerine sunulan bu Tufan öncesi dünyanın günahlılığından kurtulduklarına şükredecekleri yerde, Babil’de, Tanrı’ya karşı yeni bir isyan başlatmışlardır. Şimdi insan, sapmış düşüncesiyle, evrensel çürüme ilkesini, hayalci bir evrensel evrim sürecine ve küresel taşlardaki Tufan tanıklığını da hayali evrimin tarihine dönüştürmüştür. Tufana inanmayarak, onu yerel ya da sakin bir sel ya da mecazi bir su baskını gibi nitelendirmiş ve öyle açıklamıştır (bu tezler yeri geldiğinde değerlendirilecek ve olanaksızlıkları gösterilecektir).

Bu gelişmeler sonucunda, Tanrı, Babil’deki komplocuları sürdükten sonra, Adem soyuyla toplu olarak uğraşmaktan vazgeçmiştir. Bunun yerine seçtiği ulus olan İsrailoğulları ve kilise aracılığıyla dünyadaki barıştırma işini yerine getirmeye karar vermiştir. Tanrı, insana sunduğu kurtuluş ve barıştırma fırsatı sürdükçe, toprağa lanet ya da küresel afet gibi başka ıslah edici bir şey göndermeyecektir.

Tanrı “Dünya durdukça, ekin ekmek, biçmek, sıcak, soğuk, yaz, kış, gece, gündüz hep var olacaktır” buyurmuştur (Yaratılış 8:22). Bu demek oluyor ki, dünyadaki diğer tüm karasal süreçler üzerinde egemen olan, dünyanın kendi ekseni etrafında ve güneş etrafında bir uydu gibi dönmesiyle birlikte tüm diğer süreçler, insanlığın denenmesi ve Tanrı’yla barışması gerçekleşinceye kadar değişmeyecektir.


Kutsal Kitap Modelinin Özeti

Özetle Kutsal Kitap’ta çizilen dünya tarihçesi modeli, dünya çapında yaşanmış üç büyük olay etrafında merkezlenir. Bunlar (1) altı gün süren özel yaratılış ve canlıların oluşumudur ki, tamamlanması ve sürekliliği şu an Enerjinin Korunumu İlkesi’ne ışık tutmaktadır; (2) İnsanlığın Tanrı’ya karşı isyanı sonucunda Tanrı’nın insanlık üzerine gönderdiği lanet ki, Entropinin Artması Yasası’nda açıklanmıştır ve (3) Dünya’yı harap eden Nuh Tufanı ki, yeni dünyayı büyük ölçüde değişmez bırakmıştır.

Bu çerçeve, dünya çapında etkili olan, Babil’de dillerin karışması, Yeşu’nun uzun günü, İsa Mesih’in çarmıha gerildiği gün yaşanan karanlık gibi olayların önüne geçemez. Tufan bir yıl kadar sürmüştür, ancak olayın sonraki etkileri tüm dünyada yüzyıllarca duyumsanmıştır.

Dünya tarihiyle ilgili fiziksel verilerin doğru değerlendirilip yorumlanmasına giden ana yol, Yaratılış, Lanet ve Tufan’ın etkilerinin tam olarak anlaşılmasından geçmektedir. Öte yandan ortaya atılmış bulunan evrime dayalı sistem, bu üç olayın verilerini tamamen doğacı bir çerçeve içerisinde karşılaştırmaya çalışmakta, olayların verilerini yadsımakta ya da göz ardı etmektedir. Bu sistem, açıkça olmasa da, içten içe Yaratıcı, Kurtarıcı ve Yargıç olan Tanrı’yı reddetmektedir.

Günümüzde, dünya ve insanlığın evrimsel tarihini benimsemekten yola çıkarak, çeşitli teorilerle Kutsal Kitap’ı uzlaştırmaya çalışan birçok Hıristiyan vardır. Bu teoriler iyice incelenmelidir. Bu inceleme yapılırken, bu tür tez ve teorileri savunan bireyleri eleştirme ya da onları yargılama niyeti yoktur. İyi Hıristiyanlar zaman zaman, kuşkusuz iyi niyetle, bu tezleri savunmuşlardır. Burada savunucular değil, teoriler eleştirilmektedir. İnsanların ününe değil, öncelikle Tanrı’nın sözüne, daha sonra da gözlemler sonucu elde edilen bilimsel gerçeklere inanılmalıdır. Ödün veren bu teorilerin her biri Kutsal Kitap, tanrıbilim ve bilimsel nedenlerden dolayı kabul edilemez görülecektir. Gerçekten doyurucu olan tek model, bu kitapta desteklenen bilimsel yorum ve Yaratılış Kitapçığı’nın yalnızca kelime anlamını ve tarihselliğini benimseyen yaklaşımdır.


Tanrısal Evrim

Kutsal Kitap’a göre evrendeki her şey Tanrı tarafından altı gün içinde yaratılmıştır. Tanrı’nın “yaratılış”ta izlediği yöntemin aslında çağdaş evrimcilerin desteklediği “evrim” kelimesinin anlamıyla karşılanması olası mıdır? (Yaratılış günlerinin gerçek uzunluğuyla ilişkin tartışmalar sonraki bölümde yer alacaktır). Yeni Ortodoks ve liberal yazarlar arasında yaygın olarak kullanılan kalıplaşmış düşünce şöyledir: “Tanrı, Yaratılış olgusunuKutsal Kitap’ta işlemiş, ancak kullandığı yöntemlerinçözümlerini bilim adamlarına bırakmıştır.” Yani, biz evrim gerçeğini kabul etmeliyiz ki, bilim adamları da araştırmalarında bu sürecin Tanrı tarafından denetlendiğine yer versinler.

Tanrısal evrim birçok farklı biçim ve içerikte bulunmakta ve her bir evrimin açıklanmasında farklı terim ve ifadeler kullanılmaktadır. Bunlar arasında “orthogenesis” (hedefe yönelik evrim), “nomogenesis” (sabit bir yasaya göre evrim), “emergent evolution” (ortaya çıkan evrim), “yaratıcı evrim” vb yer almaktadır. Evrimsel düşüncenin çağdaş liderleriarasında, bu kavramların hiçbiri benimsenmemektedir. Hıristiyanlarca an az itiraz edilebilecek evrim reçetesi elbette ki, Tanrı’nın Yaratılış Kitapçığı’nda açıklanan, evrim yöntemini kendi yaratışındaki amacı gerçekleştirmek üzere kullanmış olduğu görüşüdür. Bu teori “Kutsal Kitap’a Dayalı Evrim”6 olarak adlandırılabilir, ama Kutsal Kitap konusunda yapılan sağlam bir açıklama bu yorumu kabul edemez.


1. Farklı Türlerin Yaratılışı, Türler Arası Dönüşümlere Ters Düşer.

Kutsal Kitap, her şeyin Tanrı tarafından, O’nun istek ve iradesiyle, kendilerine özgü bir yapıyla ve Tanrı’nın egemenliği altında olan yüce amaçlar doğrultusunda yaratıldığına ilişkin açık öğretilere sahiptir. Örneğin, Yaratılış 1’de yaratılış konusunda en az on organik yaşam türünün özellikle “türüne göre” yaratıldığına ilişkin bilgi verilmektedir. Bu türler, bitkiler aleminde (1) çimenler, (2) otlar ve (3) meyve veren ağaçlardır. Hayvanlar aleminde ise belirtilen özel sınıflar (1) deniz canavarları, (2) diğer deniz hayvanları, (3) kuşlar, (4) yeryüzünün dört ayaklıları, (5) davar ve büyükbaş hayvanlar, (6) sürüngenlerdir. Yaratılış’ın ilk bölümü, bitki ve hayvanların türlerine göre çoğaldığını vurgular. Sonuç olarak insan “türü” tamamen ayrı ve bağımsız bir sınıf olarak yaratılmıştır.

Burada geçen “tür” sözcüğünün (İbrani dilinde min’dir) ne anlama geldiği hakkında tam bir kesinlik yoksa da, sözcüğün tek anlamının olduğu bilinen bir gerçektir. Bir “tür” kendisini başka bir “türe” dönüştürememektedir. Burada tüm yaşam biçimlerinin evrimsel bir sürekliliği olduğuna yönelik hiçbir söz ya da anlam bulunmamakla birlikte açık ve ayrı sınıflardan söz edilmektedir. Ayrıca bölümün verdiği anlam çerçevesinde, yukarıda sayılan dokuz ana gruptan (insan dışında) yaratılan çok sayıda farklı tür olduğu ve bunların da özel olarak sıralandığı açıktır. Her tür içerisinde, çeşitlilik için açık bir boşluk olduğu açıktır, çünkü insanlığın farklı ırk ve uluslarının tamamı, fiziksel özellikleriyle birlikte ilk insandan türemişlerdir ki, insanlık tek bir “tür” olmalıdır. Bu durum elbette ki diğer türler için de geçerli olmalıdır. Farklı türler, her türün kendi yapısı içerisinde varolabilir, ancak bu değişiklikler içinde bulundukları çerçevenin dışına taşamaz.

Yaratılış bölümünün bu açık öğretisi, Kutsal Kitap’ın başka bölümlerinde de onaylanmaktadır. Örneğin, 1. Korintliler 15:38,39’da şöyle denmektedir: “Tanrı tohuma dilediği bedeni -her birine kendine özgü bedeni- verir. Her canlının eti aynı değildir. İnsan eti başka, hayvan eti başka, kuş eti, balık eti başka başkadır.”

Bu ayrıklık yalnızca organik bitki ve hayvanlar alemi için değil, aynı zamanda inorganik alem için de geçerlidir. “Göksel bedenler vardır, dünyasal bedenler vardır. Göksel olanların görkemi başka, dünyasal olanlarınki başkadır” (1. Korintliler 15:40). Yani dünya, yıldız ve gezegenlerden oldukça farklıdır (modern çağın uzay araştırmalarının açıkça gösterdiği gibi). O halde Tanrı’nın ayrıca ve özellikle yarattığı bir cisim olmalıdır. Zaten, dünya birinci günde Tanrı tarafından yaratılmış (Yaratılış 1:1-5), göksel cisimlerse, ancak dördüncü günde oluşturulmuştur (Yaratılış 1:14-19).

Ayrıca, yıldızlar (ve Kutsal Kitap’taki bu ifadeye dahil olan güneş ve ay dışında kalan tüm ışık yayan cisimler) kendilerine özgü, özel bir yapıyla yaratılmışlardır. “Güneşin görkemi başka, ayın görkemi başka, yıldızların görkemi başkadır. Görkem bakımından yıldız yıldızdan farklıdır” (1 Korintliler 15:41). Çağdaş gökbilim tarafından ortaya konan, gökte asılı cisimlerin sergilediği muhteşem zenginlikteki çeşitlilik, Kutsal Kitap’ta yazılanı onaylamaktadır (gezegenler, kuyruklu yıldızlar, meteorlar, beyaz noktalar, kızıl devler, değişken yıldızlar, yıldız kümeleri, ikili yıldızlar, karanlık bulutsular, uzay tozları, ışın yayan yıldızlar, kuvvetli elektromanyetik ışık kaynağı olan yıldızlar, nötron yıldızlar, kara delikler vb). Göklerin sayısız konuğu arasında, birbirine eşit olan iki yıldız yoktur. Her birinin kendine özgü bir yapısı vardır ve özel bir amaçla yaratılmışlardır (bu amaçların anlamını henüz bilmesek de, belki de gelecekteki çağlarda araştırmalara konu olmayı ve kullanılmayı beklemektedirler). Birçok farklı yıldız ve galaksinin birinden diğerine nasıl evrim geçirdiğini açıklamak üzere bir sürü teori ortaya atılmasına karşın, bu teorilerin hiçbiri evrimle ilgili gözleme dayalı kanıt içermemektedir.

Yukarıda sayılan yaratılmış varlıkların her birinin tamamen birbirinden farklı ve özel olduğuna dair belki de en çarpıcı İncil sözü 1 Korintliler 15:42-44’de geçmektedir. Burada “Ölülerin dirilişi de böyledir… Doğal beden olduğu gibi, ruhsal beden de vardır” denilmektedir.

Yani, insanın doğal bedeniyle görkemli yeniden dirilmiş bedeni arasındaki tür bakımından köklü farklılık (ve birincinin diğerine evrim yoluyla dönüşemeyeceği açıktır), günümüz evreninde yaratılmış olan türlerin arasındaki, büyük farklılıklara örnektir.

Kutsal Kitap’ta özel yaratılışı savunan çok sayıda bölüm yer almaktadır, ama yukarıda ele alınanlar “Kutsal Kitap’a dayalı evrimin” “inorganik metabolizma” ya da “Hıristiyan Tanrı tanımazlığı” gibi zıt anlamında bir kavram kargaşası olduğunu göstermek için yeterli görülmüştür. Kutsal Kitap, kendisine özgü yorumu içinde evrime yer vermemektedir.


2. Tanrısal Evrimin Tanrıbilimsel Tutarsızlıkları

Kutsal Kitap’a, O’nun sözü olarak yürekten bağlılığı olmayan, ama Tanrı’ya inanan birçok insan vardır. Bu nedenle, Kutsal Kitap öğretilerinin evrimle bağdaştırılamaması, bu kişilerin özel ilgi alanlarına girmeyebilir, çünkü bu kişilerin çoğu, Kutsal Kitap’ı son derece yüzeysel ve genel anlamda benimsemektedir. Bu kişiler açısından Kutsal Kitap, içerdiği dini ve ahlaki bilgiler bakımından değerli bir kitaptır, ama bilimsel ve tarihsel açıdan aynı değere sahip değildir.

Bununla birlikte, Kutsal Kitap bir yana bırakıldığında bile, tanrısal evrim açıklamalarında da bir dizi ciddi tutarsızlık hâlâ göze çarpmaktadır (yeter ki, bu süreçle her şeyi yaratan Tanrı, gerçekten kişisel, ezeli, her şeyi yapmaya gücü yeten, her şeyi bilen, lütufkâr, seven, amaçlı bir Tanrı olarak varsayılsın). Tanrısal evrimi savunanların çoğu (panteist evrim hariç) büyük olasılıkla, bu tür bir Tanrı kavramını benimseyecektir ve Kutsal Kitap’ta açıklanan Tanrı böyledir.

Eğer Tanrı böyleyse, yaratmada evrim yöntemini kullanması aşağıdaki nedenlerle kabul edilemez mantıksal çelişkiler oluşturmaktadır:


Evrim Tanrı’nın her şeye yeten gücüyle bağdaşmaz, çünkü tüm güce sahip olan O’dur. O, uzun bir zamana yaymak yerine, evreni yalnızca bir anda yaratma yeteneğine sahiptir.

Evrim, Tanrı’nın kişiliği ile bağdaşmaz. Evrim sürecinin hedefi, O’nun kendi benzerliğinde yarattığı insanlık olsaydı, Tanrı, kişilikleri yaratmadan önce jeolojik zamanın sonuna kadar beklemezdi. Kayalar ve denizlerle ya da dinozorlar ve gliptodonlarla özel ilişki kurulamazdı.

Evrim, Tanrı’nın her şeyi bilmesiyle bağdaşmaz. Fosil kayıtlarına bağlı olarak evrimci jeologlarca yorumlanan evrim tarihi, son derece kötü denebilecek bir planlama ürünüdür ve bir sürü yok olmuş elverişsiz türden, evrim hasarından ve buna benzer olaylardan oluşmaktadır. Evrimin özü aslında bilimsel ilerleme değil, rastgele mutasyondur.

Evrim, Tanrı’nın özü olan sevgiyle bağdaşmaz. Kabulden yola çıkılarak üretilmiş olan evrim gerçeği çok açık bir biçimde, fırtınalar ve gelgitlerle, salgın hastalıklar ve önüne geçilemez acılarla, varolma savaşı ve vahşi ölümlerle dolu zorlu koşulların varolduğu bir dünyanın habercisi olan fosillerle kanıtlanmaktadır. Evrimin ortaya atılışında kabul edilen mekanizma, aşırı üreme sonucu demografik üstünlük sağlama ve zayıf ve elverişsiz olanın ortadan kalkması yoluyla doğal seçilimdir. Yarattığı her şeyi bu denli seven, onlara bu denli bağlı olan bir Tanrı’nın, bunlar yerine kendi yarattıklarını düşünmesi gerekmez mi?

Evrim, Tanrı’nın amaçlarıyla bağdaşmaz. Tanrısal evrim yandaşlarının büyük olasılıkla inandıkları gibi, Tanrı’nın amacı insanı yaratmak ve kurtarmak olsaydı, bu noktaya gelmek için evrimle geçen milyonlarca yılı amaçsızca harcamazdı. Bu, mantıklı değildir. Örneğin, dinozorların yüz milyon yıllık egemenliğin sonunda geriye dönüşsüz bir biçimde yok oluşunu ne tür bir amaç açıklayabilir ki?

Evrim, Tanrı’nın lütfuyla bağdaşmaz. Evrim, fiziksel dünyada yaşamak için savaşmak fikriyle, ruhsal alemde kurtuluş için çalışmaya yönelik hümanist teoriye birebir uymaktadır. Hıristiyan kavramı olan Tanrı lütfu, evrim kuramına taban tabana zıttır, çünkü Tanrı, güçsüz ve zayıf olanların uğruna kendini kurban olarak sunmuş ve buna içtenlikle inananlara yaşam ve kurtuluş sağlamıştır.


Aşamalı Yaratılış

Kendi içlerinde, evrime karşı geleneksel karşıtlık konusunda duyarlı olan Müjdeci Protestan grubun büyük bölümü, bu karşıtlığı bozarken aynı zamanda “aşamalı yaratılış”7 adını verdikleri görüşle, evrim sisteminin temel çerçevesini kucaklamaya çalışmıştır. Buna benzer bir kavram “eşik evrimi”dir. Bu genel kavramlar için başka adlar da önerilmiştir, ama bunların tümü tanrısal evrimin temel sisteminin anlamsal çeşitlemelerinden başka bir şey değildir.

Aşamalı yaratılış görüşü şudur: yaşam, evrimcilerin varsaydığı biçimde, uzun jeolojik zaman süreleri içinde gelişirken, Tanrı, evrim sürecinin yardımsız gerçekleştiremeyeceği yeni şeyleri yaratmak için birçok kez müdahalede bulundu.

Örneğin üçüncü zamanın başında, Tanrı küçük üç ayaklı “şafak atı” Eohippus’u yaratmak için büyük olasılıkla müdahalede bulundu. Daha sonra atın Mesohippus, Parahippus, vb evrim aşamalarından geçmesi için geri çekildi, ta ki bu at modern Equus haline dönüşünceye kadar. Benzer şekilde, uzun bir dizi insansı tür, belirsiz maymunsu atalardan, Tanrı doğru zamanda müdahale edip içlerinden birine özel yaratıcı gücüyle sonsuz ruhu verene dek gelişti.

Aşamalı yaratılışın birçok türü vardır. Yazarlar zevklerine göre, bu evrim sürecinin içine daha az ya da daha çok yaratılış eylemi serpiştirirler. Bununla birlikte, hepsi evrimsel jeolojik devirlerin temel çerçevesini kabul eder ve aşamalı yaratılışın altı günde değil, beş milyar yılda olduğuna inanır.

Aslında, Tanrısal evrim ile aşamalı yaratılış arasında seçim yapmak gerekirse, Tanrısal evrim, aşamalı yaratılıştan daha az çelişkili ve Tanrı’yla ilintisiz görünmektedir. Tanrısal evrim Tanrı tarafından başlatılan ve sürdürülen düzenli bir süreçtir. Diğer yandan, aşamalı yaratılış, Tanrı’nın yaratıcı öngörüsünün başlangıçta, tüm evrim süreci için yeterli olmadığını ileri sürer. Bu yüzden Tanrı, süreci doğru tarafa yönlendirerek ve evrim sürecine yapacağı bir sonraki müdahaleye dek sürecin biraz daha devam etmesine yetecek yaratıcı enerjiyi sağlayarak, evrim sürecine sık sık müdahale etmiştir. Tanrısal evrim, Tanrı’nın başlattığı sürekli evrim süreçleri yoluyla yaratılıştır. Aşamalı yaratılış, Tanrı tarafından başlatılan, ama ara sıra evrim dışı süreçler tarafından desteklenmeleri gereken, kesintili evrim süreçleri yoluyla yaratılıştır. İkisi karşılaştırıldığında, Tanrısal evrim Tanrı’nın niteliğiyle daha az çelişkilidir. Bununla birlikte aşamalı yaratılış, üniversitelerin vakıf yöneticilerine ve okulu destekleyen mezunlara ve kiliselere karşı daha az kırıcı görünmektedir. Ayrıca Hıristiyan akademisyenler, kendilerine eğitim sağlayanları kızdırmadan ve Hıristiyan olmayan evrimci meslektaşlarının itirazlarına maruz kalmadan “yaratılışa” inandıklarını söyleyebilirler.


Gün-Devir Teorisi

Birçok Kutsal Kitap yorumcusu, jeolojik devirlerin bilim tarafından çok kesin biçimde ortaya konduğunu ve bunu sorgulamanın çılgınlık olacağını düşünmüştür. Bu yüzden Yaratılış kitabını jeolojiyle bağdaştırmanın yolunu bulmak gerektiği sonucuna varmışlardır. Bunun en belirgin biçimi, Yaratılış kitabını jeolojik devirlerin, yaratılış tarihiyle eşleştiği bir şekilde yorumlamaktır. Yaratılış tarihi, Tanrı’nın “altı gün” süren yaratma çalışması biçiminde anlatıldığından, bir yaratılış haftası, ilkel çağlarla başlayıp insanoğlunun ortaya çıkışına dek tüm dünya tarihini kapsayacak biçimde genişletilmelidir. Bu nedenle “günler” yaklaşık olarak jeolojik “devirlere” karşılık gelmelidir.8

Üstelik, bazı yazarlar, bu düşüncelerinin Yaratılış 1’deki yaratılış sırasıyla, jeolojik devirlerle simgelenen, yeryüzünün ve üzerindeki çeşitli yaşam biçimlerinin gelişimi sırasında olduğu varsayılan “uyum” temelinde, Yaratılış kitabının tanrısal kaynağı açısından çok güçlü bir sav olduğunu belirtmişlerdir. Yani hem Yaratılış kitabında hem de jeolojide ilk olarak inorganik evren, sonra basit yaşam biçimleri, sonra daha karmaşık biçimler ve en sonunda insanoğlu oluşmuştur.

Bununla birlikte, böylesi bir uyum bundan daha çok ayrıntı için geçerli olamaz. Yeryüzünün ve evrenin ilk çağlarıyla ilgili teoriler, hala çok çeşitlidir ve kesin değildir. Yukarıda anlatılan genel sıra, sadece yaratılış ya da evrim için ön gerçek olarak benimsememiz gerekendir ve aslında hiçbir şeyi kanıtlamaz. Yani evrimsel devirler gerçekten oluştuysa, sıra, basitten karmaşığa doğru olmalıdır. Aynı şekilde, Tanrı, Kutsal Kitap’ta anlatıldığı gibi altı gün içinde her şeyi yarattıysa mantıksal olarak sıra, önce bitkilerin yetişmesi için hazırlanmış inorganik dünya, sonra hayvan, daha sonraysa Tanrı’nın benzerliğinde yaratılan insanoğluna hizmet etmek için yaratılmış dünya olmak üzere, basitten karmaşığa doğru olmalıdır. Aynı sıra iki teori için de geçerlidir.

Gün-Devir teorisi normalde tanrısal evrim teorisi ya da aşamalı yaratılış teorisiyle yan yanadır. Önceki bölümlerde ne tanrısal evrimin ne de aşamalı yaratılışın Kutsal Kitap ya da tanrıbilim açısından savunulabilir olduğunu gördük. Bu yüzden gün-devir teorisi de reddedilmelidir. Bu bölümde gün-devir teorisi, hem Kutsal Kitap açısından hem de bilimsel açıdan benimsenemez olduğunun gösterilebilmesi için özel olarak incelenecektir.


1. “Gün” ve “Günler” Kelimelerinin Tam Anlamları

Gün-Devir teorisiyle ilgili temel tartışma konusu, jeolojik teoriyle uyumlu bir çerçeve elde etme arzusundan başka, İbranice yom (“gün”) kelimesinin sözlük anlamına gelmeyebileceği ve “çok uzun zaman” olarak da çevrilebileceği gerçeğidir. Bunun kanıtı 2. Petrus 3:8’de yazılıdır: “Rab’bin gözünde bir gün bin yıl . . . gibidir.”

Yomkelimesinin, genel anlamda zamanı belirtmek için kullanılabileceğine kuşku yoktur. Aslında King James (İngilizce) çevirisinde 65 kez “zaman” olarak çevrilmiştir. Öte yandan, yaklaşık 1200 kez “gün” olarak çevrilmiştir. Buna ek olarak, yom kelimesinin çoğulu yamimyaklaşık 700 kez “günler” olarak çevrilmiştir.

Bu nedenle, yomveyamimkelimelerinin normal anlamlarının sırasıyla “gün” ve “günler” olduğu kesindir. Eğretili ya da mecazi bir anlam amaçlanmışsa, bu, metin içinde yapılmıştır. Kullanıldığı yerlerin yaklaşık % 95’inde açık şekilde sözcük anlamı vurgulanmıştır.

Sözcüğün konumuna göre “afet günü” ya da “zenginlik günü” gibi kullanımlarda, sürenin belli olmadığı bir durum söz konusudur. Aslında yomkelimesinin anlam açısından güneş günü olarak yorumlanamayacağı ve uzun zaman anlamına gelmesi gerektiği tek bir kullanım bile bulmak zordur. Yazar çok uzun bir zaman süresini vurgulamak istediğinde (devir ya da uzun zaman anlamındaki) olamgibi bir kelime kullanmış ya da yom sözcüğüne (uzun anlamındaki) rabsıfatını eklemiş ve böylece, yom rab, bu iki sözcüğün birleşmesiyle “uzun zaman” anlamına gelmiştir. Ancakyom’un bir kez bile tek başına kullanıldığında, uzun zaman süresi anlamında ve jeolojik devir anlamına gelecek şekilde kullanıldığı asla kanıtlanmamıştır.

Hâlâ, yom sözcüğünün uzun devir anlamınıgerektirmese bile, bu anlamı çağrıştırabileceği savunulabilir. Bununla birlikte, Yaratılış kitabının ilk bölümünün yazarı, hem bu ismi sıra sayı sıfatlarıyla nitelendirerek (“birinci gün”, “ikinci gün”, vb) hem de zamanın sınırlarını her seferinde “akşam ve sabah” şeklinde belirterek böylesi bir düşünceye karşı dikkatli şekilde savunma durumuna girmiştir. Bu yöntemlerin herhangi biri, yomkelimesinin anlamını güneş günüyle sınırlamaya yeterli olurdu. Her ikisi birden kullanarak yazar iletmek istediği anlamın normal bir güneş günü olduğunu daha iyi ya da daha güvenilir bir şekilde açıklayamazdı.

Bunu kanıtlamak için Eski Antlaşma’da “gün” sözcüğünün önünde sıra sayı sıfatı ya da sayı olan her yerde (bununla ilgili 200’den fazla örnek vardır), anlamın normal bir gün olduğu belirtilmektedir. Aynı şekilde İbranice’de, yüzden çok geçen “akşam” ve “sabah” sözcükleri asla sözlük anlamındaki bir günde başlayan ve biten asıl anlamdaki akşam ve sabahtan başka bir şey demek değildir.

Bunlara ek olarak, sözcük ilk kez kullanıldığında açık biçimde tanımlanmıştır. Tanrı kendi terimlerini tanımlar! “Işığa “Gündüz”, karanlığa “Gece” adını verdi. Akşam oldu, sabah oldu ve ilk gün oluştu” (Yaratılış 1:5). Yomburada, dünya ekseni etrafında döndüğünden beri süren, aydınlık ve karanlığın birbirini düzenli şekilde izlemesi içindeki aydınlık dönem olarak tanımlanmıştır. Bu tanım, sözcüğün jeolojik çağ olarak yorumlanmasını engeller.

Bazen ilk üç günün, Güneş dördüncü güne kadar yaratılmadığı için, günümüzdeki anlamıyla günler olmadığını öne süren itirazlar olmaktadır. Bu itirazı onu dile getirenlere çevirmek elbette olasıdır. Güneş gerçekten yeryüzü için tek ışık kaynağıysa, ilk üç gün ne kadar uzun olursa, Güneş’in bu günlerde ışık vermemesi de o derece büyük bir afet olurdu. Üçüncü günde yaratılan bitkiler, güneş ışığı olmadan birkaç saat dayanabilirdi, ama jeolojik bir devir boyunca asla!

İlk üç günün kesin uzunluğu bir yana, aydınlık ve karanlığı, akşam ve sabahı ayıracak bir çeşit ışık kaynağının olması gerekirdi. Bu, bilindiği şekliyle Güneş değildi, ama elbette Tanrı ışık kaynağı olarak Güneş’le sınırlı değildir.9 Nasıl olursa olsun bu üç gün boyunca akşamların ve sabahların düzenli olarak oluştuğu göz önüne alınırsa, dünya gerçekten ekseni etrafında dönüyordu demektir. İki büyük “ışık taşıyıcı”nın gökyüzünde yaratılmasının bu dönme üzerinde çok büyük etkisinin olmasına gerek yoktur, bu nedenle dördüncü günün ve onu izleyen günlerin uzunluğu büyük olasılıkla birinci, ikinci ve üçüncü günlerin uzunluklarıyla aynıydı.

Yaratılış 1:14-19’da “gün” ve “günler” sözcüklerinin anlamlarının açıkladığını belirtmek ilginç olacaktır: “Tanrı şöyle buyurdu: “Gökkubbede gündüzü geceden ayıracak, yeryüzünü aydınlatacak ışıklar olsun. Belirtileri, mevsimleri, günleri, yılları göstersin.” Ve öyle oldu… Akşam oldu, sabah oldu ve dördüncü gün oluştu.” “Gün” sözcüğünün anlamının en azından bu dördüncü günden itibaren belirsiz olamayacağı kesin görünüyor.

Tüm bunlar göz önüne alındığında, bu fikri savunan bilim adamları ya da din adamlarının sayısı ne kadar büyük olursa olsun, gün-devir teorisini kabul etmek imkansız görünmektedir. Yaratılış 1’in yazarı, sözlük anlamlı altı günde tamamlanan bir yaratışı anlatmaya çalışmıştır. Bunu açıklamak için kullandığı sözcük ve cümleler daha açık olamazdı.

Yaratılışın altı günü, sadece Yaratılış kitabında değil, Mısır’dan Çıkış’taki On Emir’de de anlatılmaktadır. Dördüncü Emir şöyle der: “Şabat Günü’nü kutsal sayarak anımsa. Altı gün çalışacak, bütün işlerini yapacaksın. Ama yedinci gün bana, Tanrın RAB’be Şabat Günü olarak adanmıştır… Çünkü ben, RAB yeri göğü, denizi ve bütün canlıları altı günde yarattım, yedinci gün dinlendim. Bu yüzden Şabat Günü’nü kutsadım…” (Mısır’dan Çıkış 20:8-11).

Tanrı’nın altı gününün, süre olarak insanın bir çalışma haftasıyla aynı olduğu çok açıktır. Aksi takdirde, bu çok kesin emir, anlamsız ve değersiz olurdu.

Ayrıca çoğul kullanım yamimburada Tanrı’nın altı günü için kullanılmıştır. Daha önce belirtildiği gibi, Eski Antlaşma’da bu kelime 700’den fazla yerde kullanılmıştır. Buların hiçbirinde, temel anlamda, gün dışında bir anlam bulunduğu kanıtlanamaz.

Gün” kelimesiyle ilgili, iki ya da üç tartışmadan daha söz etmek gerekir. “RAB Tanrı göğü ve yeri yarattığında (yarattığı gün)...” diyen Yaratılış 2:4’te “gün” sözcüğü sözlük anlamında kullanılmadığı için bu sözcüğü, Yaratılış 1’de de öyle yorumlanmanın mümkün olduğu sık sık dile getirilir.

Elbette, yorumlama olsa olsa “…Tanrı’nın yarattığı zaman” şeklinde olabilir ve bağlam uygun olduğu zaman yomkelimesinin uygun kullanımı olarak kabul edilmiştir. Görüldüğü gibi Yaratılış 1’deki bağlam, böylesi bir yorumlamaya izin vermemektedir. Öte yandan, bu ayet öncelikle, “Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı” diyen Yaratılış 1:1’in belirttiği yaratılışın birinci gününü gösteriyor olabilir.

Bir başka görüş, Tanrı yaratışı bitirip dinlenmeye başladığından, yedinci günün hâlâ sürdüğüdür. Bu demektir ki, yedinci gün en az altı bin yılı kapsıyorsa diğer altı gün de uzun zamanları kapsıyor olabilir. Yehova Şahitleri tarikatı, yedinci gün (içinde bulunduğumuz bin yıl da) 7000 yıl sürdüğünden her bir günün 7000 yıl ettiğini, yani Tanrı’nın çalışma haftasının 42000 yıl olduğunu savunmaktadır. Aynı temele dayanarak tanrısal evrimi ya da aşamalı yaratılışı savunanlar, Tanrı’nın dinlenme gününün insanoğlunun dünyaya gelmesinden beri en az bir milyon yıldır sürdüğünü söylemek zorundadır.

Böyle bir açıklama zorlama olur. Ayet “Tanrı yedinci gündedinleniyor” değil, “Tanrı yedinci günde dinlendi”demektedir. Mısır’dan Çıkış 31:17’de “… ben, RAB yeri göğü altı günde yarattım, yedinci gün işe son verip dinlendim” denmektedir. Tanrı’nın yedinci günü “kutsadığı” yazmaktadır (Yaratılış 2:3). Ancak böyle bir mutluluk, içinde bulunduğumuz, kötülüklerle dolu çağa hiç uymamaktadır. Tanrı’nın dinlenişi “günahın dünyaya girmesi ve günah aracılığıyla ölümle” yakında bozulacaktı (Romalılar 5:12). Bu yüzden Tanrı, acılar içinde inleyen yaratışını kendisiyle barıştırıp kurtarmalıydı. İsa’nın dediği gibi, “...Babam hâlâ çalışmaktadır, ben de çalışıyorum” (Yuhanna 5:17). Tanrı’nın yaratılıştan sonraki kısa dinlenişini ve ölüm ve mezara karşı kazandığı zaferi hatırlatan haftalık dinlenme günü olmasaydı, “güneşin altında yapılan bütün işler.… boş ve rüzgarı kovalamağa kalkışmak” olurdu (Vaiz 1:14).

Benzer bir ayet olan 2. Petrus 3:8’deki “Rab’bin gözünde bir gün bin yıldır” sözü gün-devir teorisi anlatılırken yanlış kullanılmıştır. Sözün bulunduğu konumda, bunun tersi anlatılmaktadır ve “bağlamsız bir metin sadece bahanedir” sözünü burada hatırlamak gerekir. Petrus’un peygamberlik sözleri, tekbiçimcilik kuramı ve yaratılış hareketi arasındaki tartışmayla ilgilidir. Petrus, insanoğlunun natüralist alaylarına rağmen, tekbiçimcilik kuramına göre binlerce yıl sürecek gibi görünen işleri, Tanrı’nın bir günde yapabileceğini söyler. Tanrı, yaratmak ve her şeyi düzeltmek için çok uzun süreye gerek duymaz. Yukarıdaki eşlemeyle – bir gün karşılığı bin yıl ya da 365.000 gün - Tanrı’nın yeryüzü ve insanoğluyla süren işinin asıl süresinin – yaklaşık 7000 yıl diyelim – yaklaşık iki buçuk milyar yıl ettiğini belirtmek de ilginç olacaktır. Bu rakam tekbiçimcilik kuramının hesapladığı, dünyanın “görünen” yaşının büyüklüğü niteliğindedir.


2. Yaratılış Kitabıyla Jeolojik Devirler Arasındaki Çelişkiler

Yaratılış kitabında yer alan “gün”ün bir tür jeolojik yüzyılı gösterdiğine inanılsa bile (ki bu görüldüğü gibi olanaksızdır), bu uzlaşmacı düşüncenin kimseye yardımı olmaz. Yaratılış kitabındaki, yaratılış sırasıyla jeolojideki evrimsel gelişim arasındaki uyum (bu uyum daha önce belirtildiği gibi, durumun doğası nedeniyle gereklidir ve hiçbir şeyi kanıtlamaz) ayrıntılara inildiğinde iki taraf arasında çelişkilerle dolu bir hal alır.

Bu tür en az 25 çelişki bulunmaktadır. Aşağıdakiler bu çelişkilerden birkaçıdır:




Tekbiçimcilik Kuramı

Kutsal Kitap

Madde başlangıçta varoldu

Madde başlangıçta Tanrı tarafından yaratıldı

Yeryüzünden önce Güneş ve yıldızlar

Güneş ve yıldızlardan önce yeryüzü

Okyanuslardan önce kara

Karadan önce okyanuslar

Güneş, yeryüzünün ilk ışığı

Güneşten önce ışık

Bitişik atmosfer ve hidrosfer

İki hidrosfer arasında atmosfer

Deniz organizmaları, ilk yaşam biçimleri

Kara bitkileri, yaratılan ilk yaşam biçimleri

Meyve ağaçlarından önce balıklar

Balıklardan önce meyve ağaçları

Kuşlardan önce böcekler

Böceklerden önce kuşlar (“sürünen şeyler”) sürüngenler

Kara bitkilerinden önce Güneş

Güneşten önce kara bitkileri

Kuşlardan önce sürüngenler

Sürüngenlerden önce kuşlar

Erkekten önce kadın (genetik olarak)

Kadından önce erkek (yaratılış olarak)

İnsanoğlundan önce yağmur

Yağmurdan önce insanoğlu

Yaratıcı” süreç devam ediyor

Yaratılış sona erdi

Savaş ve ölüm insanoğlundan önce vardı

İnsanoğlu, savaş ve ölümün nedeni




Yukarıdaki kısa liste, jeolojik devirlerle Yaratılış kitabı arasında bir uyumdan, inandırıcı biçimde söz etmenin olanaksız olduğunu ortaya koymaktadır. Evrim mi yaratılış mı sorusundan başka, önemli bir konu da, Yaratılış kitabının kayıtlarının kesin olarak standart jeolojik devirler sistemiyle bağdaşmaz olduğudur. İkisi arasında bir seçim yapılmalıdır; ikisini birden kabul etmek, mantıksal olarak olanaksızdır.


3. Jeolojik Devirlerin Evrimsel Acıyla Teşhisi

Gün-devir teorisinin en ciddi eksikliği, Tanrı’nın karakterini kötülemesidir. Bu teori, elbette gerek sözde tanrısal evrim gerekse aşamalı yaratılış için, temel dinsel çerçeveyi sağlamaktadır. Bu kavramlar, önce tartışılmış ve reddedilmiştir. Kutsal Kitap’ta tanımlanan Tanrı (kişisel, gücü her şeye yeten, her şeyi bilen, amaçlı, lütufkâr, düzenli, sevgili) tüm rastgeleliği, savurganlığı ve vahşetiyle, önde gelen evrimcilerimizin öne sürdüğü böylesi bir yaratılış sürecini kullanmış olamaz.

Ancak Hıristiyanların, jeolojik devirlerin, tüm yönleriyle evrimle eş anlama geldiğini fark etmelerigerekmektedir! Jeolojik devirleri kabul ettikleri zaman, çoğu bunun farkında olmasa da, hatta bunu inkar etse de, evrim sistemini de böylece kabul etmektedirler.

Jeolojik devirler, evrim teorisi için gerekli zaman çerçevesini sağlamaktadırlar. Evren yalnızca birkaç bin yıl önce varolduysa, evrim olanaksız demektir. İnandırıcı bir görünüşe sahip olabilmesi için bile milyarlarca yıl gerekmektedir.

Buna karşılık, insanoğlunun jeolojik devirlerin gerçek olduğuna ilişkin sahip olduğu tek güvence, evrimin kabul edilmesidir. Yani, evrimin doğru olması “gerektiği” için (tek alternatif yaratılıştır!) yaşam, yeryüzü ve evrenin oldukça yaşlı olduğu “bilinmektedir.” İlgili olaylar varsayılan “evrim aşamaları” temelinde yorumlanan, tarihleri saptanan ve kayalar içinde bulunan fosillere dayanarak çeşitli jeolojik zaman ve çağlar tanımlanmış ve hatta adlandırılmıştır (örn, Paleozoik, Mezozoik, Eosen vb). Diğer herhangi bir tanımlama ya da tarih belirleme tekniği (litoloji, radyometre, vb), bu yaklaşımla çeliştiğinde -ki bu çok sık görülen bir durumdur- bu paleontolojik ölçütler her zaman geçerlidir.

Bu nedenle evrim, fosil kayıtlarını yorumlamanın, fosil kayıtları da jeolojik devirleri oluşturmanın ve tanımlamanın temelidir. Fosil dizileriyle jeolojik devirler, evrimin temel çerçevesini ve tek kanıtını oluşturur. Böylece, Kutsal Kitap’a dayalı yaratılış düşüncesine metafiziksel itirazların karmaşık tarihindeki en klasik, ama kolayca görülmeyen kısırdöngü örneklerindendirler. Kutsal Kitap’ı önemseyen bir Hıristiyan’ın, jeolojik devirlerin, tüm evrim paketi içindeki öğelerden yalnızca biri olduğunu anlamalıdır. Bir kimse çerçeveye (jeolojik zaman) gerek duyuyorsa, bunu bir arada tutan yapıştırıcı da (evrim) kabul edilmelidir.

Bununla birlikte jeolojik devirlerin evrimsel anlamları yadsınsa da, Tanrı’nın insanoğlunu jeolojik zamanın sonunda yaratmadan önce, doğal seçilim, jeolojik iniş çıkışlar, fırtınalar, afetler, soy tükenmeleri, savaş, ıstırap ve ölüm için neden beş milyar yıl harcadığı sorunuyla karşı karşıya kalınır. “Tanrı karışıklık değil, esenlik Tanrısıdır.” Tanrı bu kadar çok afetle dolu dünyaya bakıp “çok iyi” olduğunu söyler mi? (Yaratılış 1:31). Kutsal Kitap, insanoğlu dünyaya günahı getirmeden önce, duyguları olan canlıların hiç acı çekmediği ve ölmediği konusunda çok kesin konuşmaktadır (Yaratılış 3:14-19; Romalılar 5:12; 8:20-23; 1. Korintliler 15:21,22; Vahiy 21:4,5; vb). Ancak yeryüzündeki kayalar, zaten milyarlarca hayvanın ve insana benzer hominid canlıların fosilleşmiş kalıntılarıyla doluysa, Tanrı, isyan üzerine verdiği bir karar olarak değil, yaratıcı çalışmasının ve egemenlik kuralının birleştirici bir etmeni olarak, acı ve ölümün yaratılmasından doğrudan sorumludur. Bu, tanrıbilimsel bir karmaşadır!


4. Gün-Devir Teorisinin Türleri:

Yaratılış kitabındaki “günlerin” bildiğimiz anlamıyla günleri karşıladığını benimseyen bazı yorumlayıcılar, jeolojik devirlerle günleri uyumlu hale getirmek için, iki yöntem daha denemişlerdir. Bunlardan biri, yaratılışın altı gününün her birinin çok uzun süreli jeolojik dönemlerle birbirinden ayrıldığını varsaymaktadır. İkincisi ise, altı günün yaratılışgünleri değil, vahiy günleri olduğudur.

Birinci teoriye göre birbirinden çok uzun süreli dönemlerle ayrılmış altı yaratılış günü içinde yeryüzü, gökyüzü, yıldızlar, Güneş ve Ay, okyanuslar, karalar, bitkiler, balıklar, kuşlar, sürüngenler, memeliler (hepsi) ve insanoğlu yaratıldı. Bu günler arasındaki çok uzun sürelerde yapılacak çok fazla şey yoktu, öyleyse bu süreler ne içindi? (Bu teori, daha önce tartışılan “aşamalı yaratılış teorisi” ile temelde benzerdir.)

Vahiy günü teorisine gelince,10 tüm kayıtlar içinde böyle bir şeyi öne süren tek bir sözcük bile yoktur. Kutsal Kitap’ta Tanrı’nın görünüm ve vahiyleriyle sıkça karşılaşılır, ama böyle olduğunda yazar onu açıkça söylemektedir. Böyle yersiz bir düşünceyi çürütmek için Tanrı, Mısır’dan Çıkış 20:11’de şöyle der: “Çünkü ben, RAB yeri göğü, denizi ve bütün canlıları altı günde yarattım, yedinci gün dinlendim.” (Önceki günlerde asıl işi, ancak birer dakikalık olan vahyi, bilinmeyen birisine iletmekse niye dinlensin ki?)

Buna ek olarak, bahsedilen tüm bilimsel çelişkiler ve yanlış dinsel düşünceler, standart gün-devir teorisiyle olduğu gibi, tecrit günü ve vahiy günü teorileriyle de bağdaşmaktadır. Bu yüzden sonuç şudur: gün-devir teorisinin her şekli, Kutsal Kitap, bilim ve tanrıbilim açılarından kabul edilemez niteliktedir.


Boşluk Teorisi

Jeolojik sistemi tanrıbilime uydurmak isteyen Hıristiyanlar, bunları, Yaratılış kitabında yazılanlara uydurmalıdırlar. Yaratılış kitabının birinci bölümü insanoğlunun ve tüm yaşam biçimlerinin yaratılışını içerdiğinden, jeolojik devirlerin yaratılış haftasından sonraoluşmayacağı kesindir. Gün-devir teorisiyle ilgili bir önceki bölümde, jeolojik devirlerin yaratılış haftası sırasında oluşmadığı açıkça gösterildi. Geriye kalan tek olasılık, gerçekten oluştularsa, bunun yaratılış haftasından önce olduğudur. Bu ikinci teori, jeolojik devirleri Yaratılış 1:1 ve Yaratılış 1:2 arasında olduğu varsayılan bir boşluğa yerleştirdiği için, genel olarak “boşluk teorisi” diye bilinir.1

Bilinen şekliyle boşluk teorisi, ilkel yaratılışı, Yaratılış 1:1’deki gibi benimser, “Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı.” Doğrudan Tanrı’nın yaratıcı elinden gelen bu yaratışın, her yönden tam ve güzel olduğu kabul edilir. Yaratılış 1:2, ilkel yaratılıştan sonra gelen birçok, ölçülemeyecek uzunlukta dönemlerle, yeryüzünün farklı durumunu anlatmaktadır. 2. ayetin başında “waw”bağlacının “ve” ya da “ama” olarak çevrilebileceği ve “hayetha” fiilinin “idi” yerine “duruma geldi” şeklinde çevrilebileceği anlatılmaktadır. Ayrıca “şekilsiz ve boş” sözü (tohu va bohu) bazıları tarafından “bozulmuş ve boş” olarak çevrilmektedir. Tüm bunlar bir araya getirildiğinde, Yaratılış 1:1-2 şöyle olur: “Başlangıçta Rab gökleri ve yeri yarattı; ama yeryüzü harap ve boş bir hale geldi ve engin karanlıklarla kaplandı.”

Böylece jeolojik devirler, 2. ayette anlatılan harap durum ile ilkel yaratılış arasına yerleştirilir. Çoğunlukla çok büyük bir afetin, geride harap olmuş ve üzerinde canlı kalmamış ve karanlığın kapladığı bir dünya bırakarak, jeolojik devirlere son verdiği düşünülür.

Teoriye göre, daha sonra, Tanrı Yaratılış 1:3-31’de anlatılan altınormal süreli? günde yeryüzünü “yeniden yaratmak” ya da “yeniden yapmak” için çalıştı. Boşluk teorisini savunanlar, evrim düşüncesini elbette kabul etmezler ve Tanrı’nın günümüz dünyasındaki her şeyi altı günde özel bir yaratılışla yarattığına inanırlar. Bununla birlikte, Yaratılış 1:1’den beri varolan dünyanın, yakın zamanda yaratıldığına inanmazlar. Çünkü bu tarih, geçmişte sayısı belli olmayan, belki birkaç milyar yıl olabilir. Tutucuların ortak düşüncesi şudur: “Jeologlara istedikleri tüm zamanı verin; Tevrat yeryüzünün yaratılışının tarihini belirtmez. Tüm uzun jeolojik zaman süreleri, Yaratılış 1:2’den önce oluştukları için Kutsal Kitap’ta yazılanlarla ilgisizdirler.”

Bu teoriyi savunanların tümü olmasa da bir çoğu, dinozorları, maymunsu adamları ve tüm diğer soyu tükenmiş yaşam biçimlerinin fosillerini bu büyük boşluğa yerleştirmeyi uygun görmüş ve böylece bunları Tanrı’nın şimdiki yaratışı içinde açıklamak zorunda kalmaktan kurtulacaklarını ummuşlardır. Diğerleri, yeryüzünden önce varolan bitki tohumlarının ve belirli insan öncesi hominidlerin Kayin’e (Kabil’e) eş (Yaratılış 4:17) ve “devlere” anneler (Yaratılış 6:4) olmak için yaşamalarını sağlayan insanlık öncesi kısmi bir afet fikrini kabul etme eğilimindedirler. Bununla birlikte boşluk teorisini savunan yorumcuların büyük bölümü, dünyayı ıssız ve bomboş hale getirerek harap eden bir afete inanırlar.


1. Günahtan Önce Ölüm

Bu düşünce, jeolojik devirler sorununa kolay bir çözüm getirmek için üstünkörü bir çaba gibi görünmektedir. Ancak temel sorun çok fazla üstünkörü olmasıdır. Bu düşünce, sorunu, onu göz ardı ederek çözümlemektedir.

Jeolojik devir sorunu, beş milyar yıllık bir süreyle uğraşmaktan daha karmaşıktır. Bundan çok daha önemli olan, o yıllardane olduğudur. Beş milyar yıl süren jeolojik devirler, ıstırap, savaş ve ölüme sahne olan, üç milyar yıl süren organik evrim anlamına gelir. Daha önce belirtildiği gibi, jeolojik devirlerin varlığı evrime dayanır ve bu devirlerin birçok alt bölümlerinin tanımlanması, ilgili tortul kayalarda bulunan fosil bulgularının varsayılan evrim aşamalarını temel alır. Ayrıca, fosiller evrimle ilgili gerçekte ne söylerse söylesin, kesin olan tek bir şey vardır; fosiller ölümden, vahşi ve ani ölümden söz eder.

Jeolojik devirler gerçekse, bu devirleri tanımlayan, yeryüzü evrimsel yaşam dizisi de gerçektir. Boşluk teorisi, tutucular için, evrim sorununu çözmez; sadece evrimi Yaratılış 1:2’den önceki boşluğa yerleştirir ve aslında sorunu çok daha kötü hale getirir. Tüm evrim sistemi sorun olmakla kalmaz, Tanrı’nın neden aniden evrim sürecini yok edip –özellikle, yarattığı tüm bitkiler, hayvanlar ve insanoğlu Tanrı’nın yeni yok ettiği dünyada eşlerini bulmuşken- tekrar altı günlük bir yaratış işiyle uğraştığı gibi ek bir sorun da ortaya çıkar.

Jeolojik devirler gerçekten Yaratılış 1:2’den önce oluştuysa, Tanrı’nın insanoğlundan önce dünyayı geliştirmek için dünyadaki aynı süreçleri kullandığı sonucundan kaçınmanın hiçbir yolu görünmemektedir. Tortulaşma, volkan hareketleri ve diğer jeolojik süreçler, kesin olarak jeolojik dizi içerisinde oluşmuşlardır. Tıpkı hastalık, çürüme ve ölüm gibi! Ayrıca tüm bunlar, insanoğlu günahı ve günah yüzünden ölümü dünyaya getirmeden önceki devirlerdi. Boşluk teorisinin öne sürdüğü gibi, Tanrı gerçekten, kötülüklerin ve ölümün mimarı mıdır?


2. Jeolojik Devirlerden Sonra Şeytan’ın Düşüşü

Boşluk teorisinin temelini oluşturan, Adem öncesi büyük afetin de açıklanması gerekmektedir. Bilimsel bir açıklama gerekmektedir, ama bundan daha önemlisi tanrıbilimsel bir açıklamanın gerekliliğidir. Yaratıcı, neden bir dünyayı yaratmak için milyarlarca yıl harcayıp daha sonra onu aniden yıkıcı bir afet içinde kargaşaya sürüklesin?

Genelde bunun için yapılan açıklama, afetin, Yeşaya 14:12-15 ve Hezekiel 28:11-17’de anlatıldığı gibi Şeytan’ın isyanı ve düşüşü sonucu olduğudur. Tanrı’nın meleklerinin hiyerarşisi içinde en üst düzeyde olan İblis’in, Tanrı’ya isyan ettiğine ve O’nun egemenliğini ele geçirmeye çalıştığına inanılır. Sonuç olarak, Tanrı onu cennetten kovdu ve o, büyük düşman, Şeytan oldu.

Bununla birlikte, Şeytan’ın günahı ve düşüşü yeryüzünde değil, “Rab’bin kutsal dağında”, cennette oldu. Aslında Kutsal Kitap’ta, Şeytan’ın, isyanından önce yeryüzüyle bağlantılarından söz edilmemektedir. Günah işlediğinde, cennettendünyaya kovuldu. Hezekiel 28:15-17 şöyle der: “Yaratıldığın günden sende kötülük bulunana dek yollarında kusursuzdun... Bu yüzden kirli bir şey gibi seni Tanrı’nın dağından attım, yanan taşların arasından kovdum, ey koruyucu Keruv. Güzelliğinden ötürü gurura kapıldın, görkeminden ötürü bilgeliğini bozdun. Böylece seni yere attım” (ya da “Yer’e attım”, İbranice'de ikisi aynı kelimedir).

Yani, Şeytan’ın cennetten kovuluşunu dünyadaki bir afetle bağdaştırmanın, Kutsal Kitap’ta yazan hiçbir nedeni yoktur. Şeytan’ın dünyaya yollanmasının, insanoğlunun dünyadaki varlığıyla doğrudan bağlantılı olması, daha olası görülmektedir. Şeytan’ın, Tanrı’nın insanoğluna yönelik büyük planı yüzünden kin tutmasının ve hasetle dolmasının, isyanının asıl nedeni olduğu akla yatkın görünmektedir. Tanrı onu, insanoğlunun Yaratıcı’sına bağlılığının, denenmeye mahkum edildiği yeryüzüne gönderdi.

Şeytan’ın, (en azından Tanrı’ya karşı kötü isyancı olarak) Adem’in yaratılışından önce dünyada olmadığı Yaratılış 1:31’de kesin olarak belirtilir. “Tanrı yarattıklarına baktı ve her şeyin çok iyi olduğunu gördü.” İşin doğrusu, bir sonraki ayet bu gözlemin “gökyüzünü, yeryüzünü ve üzerlerinde yaşayanları” kapsadığını belirtir; yani cennette her şey iyiydi! Bu yüzden Şeytan’ın günahı insanoğlunun yaratılışından sonra gerçekleşmiş olmalıdır.

Bazen insanoğlunun yaratılışının, Şeytan’ın isyanına karşı Tanrı’nın cevabı olduğu öne sürülmüştür. İddia, Tanrı’nın Şeytan’a ve diğer meleklere büyük bir ders veriyor olduğudur; melekler yerlerini koruyamadıkları için, Tanrı Şeytan’ın yerine insanı yarattı. Daha sonra, Şeytan insanoğlunun günaha düşmesine de neden olunca, Tanrı, gücünü ve lütfunu tanık melekler önünde göstermek için insanoğlunu günahtan kurtarmaya karar verdi.

Meleklerin, Tanrı’nın büyük kurtuluş işiyle ilgilendiklerine şüphe yoktur (1. Korintliler 4:9, 6:3; Efesliler 3:10, 1. Petrus 1:12); ama bu, Tanrı’nın sonradan düşündüğü bir şey değildir. Meleklerin ilgilenme nedeni, onların Tanrı’nın insanlarla ilgili tasarısına yardım etmek üzere yaratılmalarıdır. “Bütün melekler kurtuluşu miras alacaklara hizmet etmek için gönderilen görevli ruhlar değil midir?” (İbraniler 1:14). Kutsal Kitap’ta melekler, özellikle insanın kurtuluşu ve lütfu için hizmet eden varlıklar olarak gösterilir.

Melekler özellikle insanlara hizmet etmek için yaratıldıklarından, insanoğlundan çok daha önce yaratıldıklarını varsaymak için hiçbir neden yoktur. Onlar, Tanrı “dünyanın temelini” attığı zaman “sevinçle çığrışmak” için vardı (Eyüp 38:4-7; Mezmur 104:4,5). Bununla birlikte, önce biçimi yokken temeller üzerine karaların kondurulması, büyük olasılıkla, denizleri ayırmak için karaların yaratıldığı yaratılışın üçüncü gününü göstermektedir (Yaratılış 1:10).

Her durumda, cennetteki melek isyanının dünyaya ve önceki jeolojik devirlere hiçbir etkisi olamazdı. Şeytan’ın günahının, dünyada insanlık öncesi bir afete neden olduğu varsayılsa bile, bu yine de afettenönceoluşan fosillerin evrimsel sıralanışına sahne olan jeolojik devirleri etkilemez. Istırap ve ölüm dolu uzun zaman dönemleriyle ilgili problemin tamamı hâlâ çözülememiştir; çünkü tüm bunlar yalnızca Adem’in günahından önce değil, boşluk teorisine göre, Şeytan’ın günahından da önce olmuştur!


3. Boşluk Teorisinin Bilimsel Sorunları

Adem öncesi afetin evrensel okyanus ve evrensel karanlıkla sonuçlanarak yeryüzünü tamamen ıssız ve canlısız bıraktığı varsayılmaktadır (“Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı”). Hiç güneş ışığı, kara yüzeyi, bitki ve denizlerde canlı yaşamı yoktu. Ancak fosilli kayalarda, karalarda ve denizde varsayılan afet öncesi dönem boyunca büyük oranda hayvan ve bitki yaşamı olduğunun açık kanıtları vardır.

Yaşamla ve hareketle dolu bir dünyadan, suya ve karanlığa batmış, harap olmuş ve bomboş bir dünyaya böyle ani bir geçişin, büyük bir jeolojik afet sonucu olması gerekir. Bu afetin, tüm dünyadaki yaşamı yok eden, tüm karaların okyanusa batmasına neden olan, Güneş’i ve gökyüzünü kaplayacak kadar duman ve enkaz kalıntısıyla gökyüzünü dolduran büyük bir nükleer ya da volkanik tahribat sonucu ortaya çıkması gerekir.

Sorun şudur: İnsanlık öncesi afet, temel olarak Kutsal Kitap’ı jeolojiyle bağdaştırma aracı olarak ileri sürülmüştür; ama standart jeoloji tarihi içinde böyle bir afete dair en ufak bir kanıt yoktur! Bu nedenle hiçbir jeolog boşluk teorisini kabul etmemektedir.

Modern jeoloji sistemi tümüyle afet düşüncesi üzerine değil, tekbiçimcilik kuramı dogması üzerine kurulmuştur. Boşluk teorisinin Yaratılış 1:1 ile 1:2 arasında hasır altı etmeye çalıştığı da jeolojik devirler sonucunda oluşan sistemdir. Jeolojik katmanlar küresel afetle ya da tekbiçimcilikle açıklanabilir, ama ikisiyle birden açıklanamaz. Jeolojik devirler insanlık öncesi küresel bir afet sonucu oluşmuşlarsa kanıt kalmaz ve böylece, yeryüzünün yaşlı olduğunu açıklamak için boşluk teorisine gerek kalmaz. Jeolojik devirleri ortadan kaldırarak onlar Kutsal Kitap’a uzlaştırılamaz.

Evrimsel jeolojide, dünya çapında afetlere yer olmadığı özellikle vurgulanmalıdır. Katmanlar tekbiçimcilikle, şimdiki ve geçmişteki süreçlerin sürekliliğiyle açıklanmak istenmektedir. Yaratılış 1:2’de anlatılan duruma neden olabilecek, tüm dünyayı etkileyecek bir afet, jeolojik devirlerin standart sisteminde yer almamaktadır; ayrıca Buzul Çağı’nı ya da diğer yerel ya da bölgesel özellikleri evrensel boyutta bir afetle açıklamak gerçekçi olmaz. Bu tür yıkıcı bir afet, jeolojik devirlerle ilgili kanıtlar olarak kullanılan fosilleri ve tortul katmanları tamamen yok eder ve parçalardı.

Böyle bir afetin olduğu; ama birikmiş katmanları mucizevi olarak bozulmamış biçimde bıraktığı varsayılsabile, fosil dünyasıyla günümüz dünyası arasındaki ilişkiyle ilgili önemli sorun varlığını korumaktadır. Yani afetten önce fosil olarak korunan hayvanlar ve bitkiler, çoğu durumda günümüz dünyasındakilerle aynıdır. Aslında günümüz dünyasında bulunan organizmaların çoğu türü, fosillerde de bulunmuştur (genelde modern akrabalarından daha iri ve daha gelişmişlerdir, ama yine de aynı temel türlerden gelirler). Bu, insan fosilleri ve insanların olası ataları olarak ileri sürülen çeşitli hominid türleri için de geçerlidir. Boşluk teorisiyle ilgilenen kimi yazarların Adem öncesi adamın varlığını kabul etmelerinin bir nedeni de budur.

Sorun, Tanrı’nın niçin yeryüzündeki tüm yaşamı yok eden bir afete izin verdiği, aynı temel yaşam biçimleriyle dünyayı yeniden yaratmakla uğraştığıdır. Kutsal Kitap’ta anlatılan Tanrı, kötü huylu değildir.

Kutsal Kitap’ta, tüm dünyayı etkileyen büyük bir afetten söz edilir. Bu, elbette Nuh Tufanı’dır. Bu afetin ayrıntıları açıklandıktan sonra, Kutsal Kitap’ın ileriki bölümlerinde de bu olaydan sıkça söz edilmektedir. Tufan’ın nedenleri, etkenleri ve etkileri verilir. Tufan, fosillerle ilgili, yeterli ve doyurucu açıklamayı sağlar ve böylece jeolojik devirlere bilimsel olarak gereksinim duyulmasını da engeller.

Felâket düşüncesi jeolojik devirlerin anahtarıdır –ama bu jeolojik devir sistemini korumamıza olanak veren Yaratılış 1:2’den önce düşünülen hayali bir afet değil, daha çok onu yok eden, Nuh’un zamanındaki gerçek afettir.


4. Boşluk Teorisinin Kutsal Kitap’la İlgili Sorunları

Boşluk teorisinin barındırdığı Kutsal Kitap’a dair sorunlar, bilimsel zorluklardan daha az değildir. Yaratılış 2:1-3’deki özet söylem, tüm evreni içermektedir: “Gök ve yer bütün öğeleriyle... yaptığı, yarattığı bütün işi…” Ya da en azından Yaratılış 1:1’de anlatılan aynı evrenden söz etmektedir, “göğü ve yeri”. Aslında Yaratılış 1:1 dışında tüm birinci bölümde gökyüzünün yaratılışından söz edilmediğine göre, Yaratılış 2:1’deki özet, göğün yaratılışını içermekte olmalıdır.

Bu durum, Mısır’dan Çıkış 20:11’de daha da açıktır: “Çünkü ben, RAB yeri göğü, denizi ve bütün canlıları altı günde yarattım...” Bu ayet gerçekten söylediğini anlatıyorsa, göğün ve yeryüzünün yaratılması bu altı gün içinde olmuştur. Bu yüzden, Yaratılış 1:1’deki ilk yaratma eylemi, Tanrı’nın birinci günde yaptıklarının bir bölümüydü; öyleyse Yaratılış 1:2’den önce önemli bir boşluk için zaman yoktur.

Mısırdan Çıkış 20:11’de “yarattı” yerine “yaptı” sözcüğünün kullanılması (İbranice bara yerine asah) kafaları kurcalıyorsa, “onlarda olan bütün şeyler” sözü altı gün içinde “yapılan” tüm varlıklar içinde – sadece dünyanın yüzeyi değil - tüm dünya yapısının da bulunduğunu kesinleştirmelidir. Öte yandan, boşluk teorisi, tortul kayalar ve içlerindeki fosilleri de yeryüzü kabuğunun büyük bölümünün dünya öncesine ait olduğunu söyler ve büyük afet ve sonrasındaki altı gün süren “yeniden yaratma” sırasında, varlıklarını koruduklarını kabul eder. Bu görüş Mısır’dan Çıkış 20:11’deki kapsamlı söylemlerle açıkça çelişir; bu ayette “bara” sözcüğüyle aynı anlamı anlatmak için “asah” sözcüğünün kullanılıp kullanılmadığı (Tanrı söz konusu olduğunda sıklıkla kullanılan sözcüktür) önemli değildir. Nasıl olursa olsun, bu sözcük, boşluk teorisinde ileri sürüldüğü gibi “yeniden yapma” anlamına gelmez.

Aynı şekilde, Adem ile Havva’nın ayakları altındaki tortul kayalar, milyarlarca yıl süren acı ve ölümün fosilleşmiş kanıtlarıyla doluysa ve insan, dünyada gözünün gördüğü hemen her yerde bu uçsuz bucaksız mezarlıkla karşılaştıysa, Tanrı’nın “tüm yaptıklarını” “çok iyi” olarak nitelendirmesi (Yaratılış 1:31) garip ve çirkin olurdu. İnsanoğluna “çok iyi” görünmesi çok zorken, Tanrı tarafından nasıl “çok iyi” olarak nitelendirilebilir?

Yaratılış 1’deki altı günlük iş konusunda, boşluk teorisinin getirdiği yorum doğal ve normal değil, zorlamadır. O halde 3. ayetteki “ışık olsun” sözü “ışık afetten sonra oluşan atmosferik kalıntıları aşarak tekrar dünya yüzeyine ulaşsın” biçiminde yorumlanmış olur. Yine 16. ayetteki “Tanrı iki büyük ışığı…ve yıldızları yarattı” sözü “Tanrı, afetten geriye kalan tüm bulutları, Güneş, Ay ve yıldızlar yeryüzünden tekrar görülebilsin diye ortadan kaldırdı” şeklinde anlaşılmış olur. Diğer bölümler için de benzer zorlama yorumlar gereklidir.

Ayrıca Yaratılış 1:2’nin boşluk teorisine göre “Yeryüzü ıssız ve bomboş bir hale geldi (haldeydiyerine)” şeklinde çevrilmesi de oldukça şüpheli görünmektedir. İbranice uzmanları arasında, bunun doğruluğu konusunda düşünce ayrılığı vardır; ama genel kabul görmüş, standart Tevrat çevirilerinin tümü “haline geldi” yerine “haldeydi” sözcüğünü kullanır. Söz konusu olan, bir durum değişikliğini bildirmek için kullanılan İbranice “haphak” sözcüğü değil, durum bildiren “hayetha” sözcüğüdür. Hayethasözcüğü bazı durumlarda “haldeydi” yerine “haline geldi” olarak çevrilebiliyorsa da, bu yalnızca sözcüğün konumu, bunu kesin olarak gerektirdiğinde olur. Sözcük Tevrat’ta geçtiği yerlerin % 98’inde tam olarak “haldeydi” şeklinde çevrilmiştir. Öyleyse sorun, Yaratılış 1:1-5’deki metin bağlamının bu pek kullanılmayan çeviriyi gerektirip gerektirmediğidir. Boşluk teorisini savunanlar, bu gereği henüz ortaya koymamışlardır. Aslında Yaratılış 1:1 ile 1:2 arasında bağlaç “ve” (waw) sözcüğünün kullanılması, ikinci ayetteki olay üzerine hemen olduğunu ima eder görünmektedir. 2. ayet net olarak dünyanın daha sonra ne hale geldiğini değil, yaratılışta nasıl olduğunu açıklar.

Birkaç İbranice uzmanı 2. ayette “haline geldi”nin kullanılması gerektiğini ısrarla savunmaktadırlar. Uzmanlar ve bilirkişiler anlaşmazlığa düştüklerine göre açık bir sorun olmalıdır. İki ayet arasında böyle bir “boşluk” varsa bile, bunu uzun süren bir boşluk olarak algılamak için bağlamsal hiçbir geçerli neden yoktur. Bu süre beş milyar yıl olabileceği gibi bir dakika ya da bir saat de olabilir.

Aynı şekilde, 2. ayette Tanrı’dan gelen büyük bir afeti ima edecek hiçbir şey yoktur. Yaratılış başlangıçta, Tanrı altı günün sonunda “çok iyi” olarak nitelendirene dek “tamamlanmış” ve “mükemmel” değildi. Ancak, o andaki amacı için mükemmeldi.

Bu yüzden Yaratılış 1:1,2 arasını “boşluk” olarak yorumlamanın çok zayıf bir düşünce olduğu sonucuna varmak yerinde olacaktır.


5. Boşluk Teorisinin Kanıtlarının Eleştirisi

Yaratılış 1:1,2, genel durumu nedeniyle boşluk teorisine uymasa da teori için, Kutsal Kitap’ın diğer bölümlerinde ileri sürülen kanıtlar vardır. Şimdi bunları inceleyeceğiz.

Bu kanıtlar bir yana, jeolojik devirlerin iki ayet arasında oluştuğu ve bu devirlerin küresel bir afetle yok edildiği görüşünde yatan güçlü bilimsel ve tanrıbilimsel zorluklar unutulmamalıdır. Bu teori jeolojik devirleri açıklamak için ya da dünyanın çok yaşlı olduğunu kanıtlamak için kullanılmamalıdır. Boşluk teorisi birçok ciddi bilimsel sorun yaratmakta ve bunların hiçbirini çözememektedir.

Bu uyarıyı yaptıktan sonra, kanıtların, gerçekten bir boşluk olduğu yorumunu getirmemizi gerektirip gerektirmediğine bir bakalım.

Yeremya 4:23’den sıkça söz edilir: “Yere baktım, şekilsizdi, boştu; göğe baktım, ışık yoktu.” Bu, tanrısal karar bağlamında kullanılmıştır ve Yaratılış 1:2’nin de aynı şeyi yansıttığı söylenmektedir. Bununla birlikte Yeremya 4:23’de anlatılan tanrısal kararın, benzer konuşma sanatı dışında, Yaratılış kitabıyla ilgisi yoktur. Bu, yeryüzü hakkında, geçmişte verilen bir kararın tarihi değil, İsrail yurduna gelecek olan kararın habercisidir (bkz. Yeremya 4:14,22,31). “Yeryüzü” ve “yurt” kelimeleri aynı İbranice sözcükten çevrilir. Ayet şöyle çevrilebilir: “Yurda ve oradakilere baktım, yurt şekilsiz ve boştu ve göğe baktım, ışık yoktu.” Bu sözler gelmekte olan “Yakup belası” gününde gerçekleşecektir (Yeremya 30:7).

Öne sürülen bir diğer ayet Yeşaya 24:1’dir: “İşte RAB yeryüzünü harap edip viraneye çevirecek, yeryüzünü altüst edecek, üzerinde yaşayanları darmadağın edecek.” Burada da ayet kesin olarak Adem öncesi varsayılan bir halka değil, İsrailoğullarına ve İsrail yurduna gelecek cezanın habercisidir.

Öne sürülen en önemli ayet Yeşaya 45:18’dir: “Çünkü gökleri yaratan RAB, dünyayı yaratıp biçimlendiren, pekiştiren, üzerinde yaşanmasın diye (“ve boşuna değil”), yaşansın diye biçimlendiren RAB –Tanrı O’dur- şöyle diyor: ‘RAB benim başkası yok’” (“boşuna” İbranice “tohu” kelimesidir ve Yaratılış 1:2’deki “boştu” ile aynıdır).

Yukarıdaki ayet, Tanrı’nın yeryüzünü tohu(boş) yaratmadığını söylediğini ve Yaratılış 1:2’deki yeryüzünün tohu(boş) olduğu göz önüne alındığında bu boş yeryüzü Yaratılış 1:1’de anlatılan yeryüzü olamazdı diye düşünülmektedir. Yani yeryüzü Adem öncesi afet sonucu tohuolmuştur. Bu yorum da ayeti bağlamından ayırmayı gerektirmektedir. Bu ayetten önceki ve sonraki ayetler, konunun İsrail ve Tanrı’nın halkına verdiği sözler ve halkıyla ilgili tasarıları olduğunu göstermektedir. Yani Tanrı’nın, yeryüzünü yaratırken bir amacı olduğu gibi, İsrail için de bir amacı vardı. Bir önceki ayet olan Yeşaya 45:17’de Tanrı şöyle der: “Ama İsrail RAB tarafından kurtarılacak, sonsuza dek sürecek kurtuluşu. Çağlar boyunca utandırılmayacak, asla rezil olmayacak.”

Verilen bu büyük söze dayanarak, Tanrı İsrailoğullarına amaçsız olmayan kudretli yaratışını hatırlatır. “Üzerinde yaşayanlar olsun diye yarattı” ve bu amacını kendine benzer insanlık yaratarak ve kendisiyle barıştırarak yerine getirdi. Tanrı, seçilmiş halkı İsrailoğullarına yönelik amacını da gerçekleştirecektir.

Tanrı’nın, yaratışı için tüm amacını ilk yaratılış gününde, tamamlamadığı gerçeği önemsizdir. O “dünyayı boşuna yaratmadı, üzerinde yaşansın diye yarattı” ve bu amacı gerçekleştirdi. Tohukelimesi, bulunduğu yere göre birçok anlama gelebilir. Bu kelime 20 kez kullanılır ve King James çevirisinde 10 farklı şekilde çevrilmiştir. Yeşaya 45:18’deki bağlam “boş yere” ya da “amaçsız” çevirilerini haklı çıkarır. Yaratılış 1:2’nin bağlamı “şekilsiz” anlamını doğrular.

Yeşaya 45:18 ile Yaratılış 1:2’de, yaratılan dünyanın başta şekilsiz olduğunun söylenmesi arasında çelişki yoktur. Bunlardan ilki şöyle anlaşılabilir: “Tanrı onu (sonsuza dek) şekilsiz yaratmadı, üzerinde yaşayanlar olsun diye yaptı”. Tanrı Yaratılış 1’de anlatıldığı gibi biçimsiz unsurlara güzellik ve biçim, ıssız yerlere yaşayanlar getirmek için işini sürdürdü.

Yeşaya 45:18’in Yaratılış 1:2’den yüzlerce yıl sonra yazıldığı ve bağlamının insanlık öncesi bir afetle değil, İsrail’le ilgili olduğu unutulmamalıdır. Alternatif çevirilere açık, böylesi ayrı ve kabulü isteğe bağlı bir ayet, ilkel zamanlarda oluşan bir afetten söz eden çok büyük öneme sahip bir teoriye temel oluşturmaktan çok uzaktır.

Yeni Antlaşma’daki iki ayet, boşluk teorisini desteklemek için kullanılmıştır. Bunlardan biri 2. Korintliler 4:6’dır: “Işık karanlıktan parlayacak diyen Tanrı... yüreklerimizi aydınlattı.” Yüreklerdeki karanlığın nedeni günahtır ve İsa’nın gelişiyle aydınlanmıştır. Aynı biçimde, ilkel zamandaki karanlığın nedeninin de günah olması gerektiği söylenmektedir.

Bu noktada benzerlik bozulmaktadır. Boşluk teorisi, dünyanın başlangıçta mükemmel olduğunu, daha sonra karanlığa gömüldüğünü ve Tanrı’nın (karanlıkta ışık parlasın!) buyruğuyla tekrar aydınlandığını kabul eder. Bununla birlikte, karanlıktaki bir insan karanlıkta doğar. Doğru benzetme, karanlıkta doğmuş bir dünya ile yapılmalıdır. Tanrı tarafından yaratıldığı için karanlık kötü değildir. “Işığı biçimlendiren, karanlığı yapan… RAB benim” (Yeşaya 45:7). Belki de bu benzetme, Tanrı’nın dünyayı ilk olarak karanlıkta yaratmasının nedeninin, yenilikçi kalpte, Kutsal Ruh tarafından “yeni yaratık” (2. Korintliler 5:17) yaratılmasına ilişkin bir yol oluşturmak olduğunu ima etmektedir.

Diğer ayet 2. Petrus 3:6’dır: “O zamanki dünya yine suyla, tufanla mahvolmuştu.” Bazıları bunu insanlık öncesi bir afet olarak yorumlasa da, ayetin aslında Nuh Tufanı’nı belirttiği açıktır. “Tufanla mahvolmuştu” sözü bunu belirtmektedir. Bu, Grekçekataklusmossözcüğüdür. Ad haliyle dört kez Nuh Tufanı’nı gösterir biçimde kullanılmaktadır (Matta 24:38,39; Luka 17:27; 2. Petrus 2:5). Dünya tarihinde iki değil, bir afet olmuştur ve o da Yaratılış 6-9’da anlatılan büyük tufandır.

Ortaya sürülen bir ilginç düşünce daha vardır: Dünyanın “kuruluşu” sözü (Matta 13:35 ve başka dokuz yerde) Dünyanın “aşağıya atılması” (Grekçekatabole) olarak çevrilebildiği için, bu haliyle bir ilkel zaman afetine işaret ettiği düşünülmektedir. Grekçe yorumcuların tümünün anlaştığı gibi bir temel “atılır” ya da “kurulur”; yani sözcük açık olarak “kuruluş” demektir. Bu sözcüğün kullanıldığı on yerde de, ilkel zaman afeti biçiminde bir çeviriyi gerektirecek herhangi bir şey yoktur. Bu söz, yalnızca dünyanın“kuruluşu” anlamına gelir.

Boşluk teorisi için Kutsal Kitap’ta hiçbir açık kanıt olmaması ve öne sürdüğü sözde kanıtların tümünün çift anlamlı olmasıyla birlikte teorinin bilimsel ve tanrıbilimsel sorunları, bu teoriyi tamamen reddetmek için yeterlidir. Tanrı belirsiz sözcüklerle konuşmaz.


6. Yaratılış Kitabı Öncesi Boşluk Teorisi

Dallas Tanrıbilim Okulu’ndan Dr. Merrill F. Unger, değişikliğe uğramış bir boşluk teorisini öne sürmüştür.2 Yaratılış 1:1,2’nin İbranice aslının bu iki ayet arasındabir boşluğu yadsıdığına inanan Unger, Şeytan’ın günahı ile insanlık öncesi afeti Yaratılış 1:1’den önceyeyerleştirmeyi önerir. Buna göre “Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı” sözü, jeolojik devirleri izleyen bir yeniden yaratışıgöstermektedir.

Kutsal Kitap’ta düşünceyi destekleyecek hiçbir kanıt yoktur. Unger, dürüst bir şekilde bu fikrin temelinin, jeolojik devirleri Kutsal Kitap’la bağdaştırma gereği olduğunu söylemektedir.

Bununla birlikte boşluk teorisine yöneltilen, ayrıntılarıyla incelenen tüm bilimsel ve tanrıbilimsel itirazlar, Unger’in teorisine de işlemektedir. Teorinin uyarlamaya çalıştığı jeolojik devirler, Unger’in reddettiği evrimsel tekbiçimciliğe dayanmaktadır. Jeolojik devirlere dair standart görüş içinde, bu insanlık öncesi hayalî afete yer yoktur.

Aynı şekilde yaratılışın altı gününden ve hatta Şeytan’ın isyanından önce dünyada jeolojik devirler kavramının gerektirdiği kötülüğün, ıstırap ve ölümün varlığı, düzen, amaç, etkinlik ve sevgi Tanrısı olarak Tanrı’nın doğasına, Yaratılış 1:31 (“çok iyi”) ve Romalılar 5:12 (“günah yüzünden ölüm”) gibi ayetlere de aykırıdır.


Çerçeve Hipotezi

Jeolojik devirlerin, yaratılışın altı gününden önce (boşluk teorisi), bu altı gün sırasında (gün-devir teorisi) ya da yaratılışın altı gününden sonra (bu günler insanoğlundan önce oluştuğu için kimse bu fikri ileri sürmemiştir) olamayacağı görülmüştür. Geriye kalan tek olasılık ya altı günün ya da jeolojik devirlerin hiç var olmadığıdır.

Jeolojik devirlere (ve böylece evrime) sıkı sıkıya bağlı olanlar için, yaratılış olaylarının gerçek tarihsel kanıtı olarak Yaratılış kitabına inanmayı bırakmaktan başka seçenek yoktur. Tüm liberal tanrıbilimcilerin uzun süre önce yaptığı ve giderek artan sayıda Müjdeci Protestan’ın günümüzde yapmakta olduğu da budur.

İkinci gruba ait olanların çoğu Yaratılış kitabını tamamen reddetmektense, bağlılıklarını herhangi bir şekilde korumayı istemektedirler. Bunun için yaratılışı gerçek tarih olarak değil, edebi bir öykü olarak görmeye çalışmışlardır. Yaratılış 1-11’e dair “çerçeve hipotezi” bu bölümleri, içlerinde “yaratılış” (gerçekliğin tanrısal kaynağı ve anlamı), insanoğlunun “düşüşü” (insanlığın sürekli yinelenen ruhsal ve ahlaki yetersizliği), barıştırma (yaşamın ruhsal anlamını kavramak için insanoğlunun tarih boyunca yaşadıkları) gibi önemli ruhsal temaların geliştiği gerekli bir çerçeve olarak görür.

Bu düşüncelerin içinde geliştiği “çerçeve” onu ortaya koyan kişiye göre çeşitlilik göstermektedir.1 Yaratılış kitabından, bazıları “alegorik,” bazıları “duasal,” bazıları “şiirsel,” bazıları ise “tarih üstü” olarak söz eder. Anlaştıkları noktaysa, Yaratılış kitabının bilimsel ve tarihsel olmamasıdır. Yaratılış kitabının “yaratılış” ve “düşüş” olgularınıöğrettiğini kabul eder, ama yöntemleilgili bir şey söylediğini inkâr ederler. Bilimsel yönden zor duruma düşmekten kaçınırken, olası dinsel önemi korumayı umarlar.

Kutsal Kitap’ın bu şekilde yorumlanması Kutsal Kitap’a gerçekten inananlar için kabul edilemezdir. Bu –ne yeni ne de Ortodoks olan- “neo-ortodoks” yöntemidir. Bu yöntem Yaratılış 1–11’i çıkarmakla, Kutsal Kitap sisteminin tüm yapısını bozmaktadır. Bu bölümlerdeki olaylar, sanki yazar ya da yazarlar bir dizi basit tarihsel olayı kaydetmek istermiş gibi, öykü şeklinde basitçe yazılmaktadır. Bu bölümleri başka şekillerde ele almaya, kesinlikle hiçbir neden yoktur.

Yaratılış 1-11 arasındaki her bir bölüm, bir sonraki bölümü izler. Aynı şekilde, İbrahim’e kadar Mesih’in soyağacını veren Yaratılış 11’i de mantıksal olarak Yaratılış 12 izler. Bu olaylar, yazılı tarih dönemi içindedir ve neredeyse evrensel boyutta gerçekler olarak kabul edilmektedirler. Yaratılış 1-11 sadece bir alegori ise, İsrail ulusunun kurucusu ve İsa’nın atası olan İbrahim’in hayatı, temelsiz ve bağlantısız bir şekilde askıda kalır.

Ayrıca, Kutsal Kitap’ın daha sonraki yazarları, Yaratılış kitabının bu ilk bölümlerini, hem gerçek tarih, hem de inanılır öğreti olarak kabul ederek, bu bölüme tekrar tekrar gönderme yapmaktadırlar. Musa, Mısır’dan Çıkış 31:17’deki yaratılışın altı gününe ve Babil’de ulusların ayrılışına gönderme yapar. Yeşu 24:2 İbrahim’in atalarından söz eden Yaratılış 11’i kabul eder. Sonraki tarih kitapları, kendi zamanlarına ait hikayelere daha çok yer verse de sık sık eski zamanlara gönderme yaparlar. Hizkiya yaratılıştan söz eder (2. Krallar 19:15); 1. Tarihler 1:1-28, Yaratılış 5,10 ve 11’de söz edilen soyağaçlarını yineler. Sürgünden sonra, Nehemya da yaratılışa gönderme yapar (Nehemya 9:6). Eyüp birçok kez, hem yaratılışa hem de tufana gönderme yapar (Eyüp 9:5-9; 12:15; 26:7-13; 31:33; 38:4-7 vb).

Mezmurlar kitabı, yaratılışa göndermelerle doludur. Mezmurlar 8:3-8, Tanrı’nın insanı yeryüzünde egemen kılmasını anlatır. Mezmurlar 33:6-9 Tanrı’nın başlangıçtaki ani yaratış eylemlerini vurgular. Mezmurlar 90:2,3 insanın yaratılışından ve düşüşünden söz eder. Mezmurlar 148:1-5 Tanrı’nın yaratış eylemlerini anlatır. Mezmurlar 29 ve 104, Büyük Tufan sırasında ve bunun ardından oluşan olayları grafiksel olarak anlatır. Süleyman’ın Özdeyişleri 8:22-31 bile yaratılıştan söz eder.

Peygamberlerle ilgili kitaplar da Yaratılış kitabının ilk bölümlerine sık sık gönderme yapar. Yeşaya, hem yaratılıştan (Yeşaya 40:26; 45:18) hem tufandan (54:9) söz eder. Yeremya 10:11-13; 31:35 ve 51:15, 16 yaratılışın farklı yönlerine değinir. Hezekiel 14:14, 20’de Nuh’a gönderme yapar. Amos da 5:8 ve 9:6’da Tufandan söz eder. “Şinar yurdundan” söz eden Zekarya (Zekeriya) 5:11 gibi Mika 5:6 da “Nemrut yurdundan” söz eder. İki ayet de kesin olarak Yaratılış 10:10’u göstermektedir.

Yaratılış 1-11’e en açık ve çok sayıda gönderme içeren, Yeni Antlaşma’dır. Elçi Pavlus, Adem ve Havva’dan, onları yeryüzündeki ilk kadın ve erkek olarak gerçek insanlar kabul eder bir biçimde birçok kere söz etmektedir. Bununla ilgili önemli bölümler, Romalılar 5:12-19; 1. Korintliler 11:7-12, 15:21, 22, 38-41, 45-47; 2. Korintliler 11:3,8 ve 1. Timoteos 2:13-15’dir. Dünya üzerindeki büyük lanetin etkileri Romalılar 8:18-25’de tartışılmaktadır.

İbraniler’e Mektup’ta yaratılışın tamamlanışı ve Tanrı’nın yedinci günde dinlenmesiyle ilgili bir bölüm vardır (İbraniler 4:1-11). Habil, Hanok ve Nuh 11. bölümde 3 büyük inanç kahramanı olarak sıralanmaktadır. Habil’den 12:24’te tekrar söz edilir.

Elçi Petrus, Tufana büyük önem vermektedir (1. Petrus 3:20; 2. Petrus 2:4,5; 3:5,6). Yuhanna, Kayin (Kabil) ve Habil’e gönderme yapar (1. Yuhanna 3:12). Yahuda (11. ayette) Kabil’e, (6. ayette) Yaratılış 6:1-4’teki günahkar meleklere ve (14. ayette) Yaratılış 5’e göre Adem soyunun yedinci soyu olan Hanok’a gönderme yapar.

Hepsinden önemlisi, Rab İsa Mesih, en önemli öğretilerini desteklemek için Yaratılış kitabının bu ilk ayetlerinden sık sık alıntılar yapmıştır. Evlilikle ilgili öğretisi Yaratılış kitabının (çelişkili olduğu ileri sürülen!) ilk iki bölümünden alıntıların birleştirilmesine dayanmaktadır (Matta 19:3-6; Markos 10:2-9; Yaratılış 1:27 ve 2:24 ile karşılaştırın). Evrensel tufandan hemen önceki Nuh’un günleri ile küresel yargılamayı yapmak üzere dünyaya kendi dönüşünden önceki son günleri karşılaştırmıştır (Matta 24:37-42; Luka 17:26,27). Habil’den ilk şehit ve ilk peygamber olarak söz etmiştir (Matta 23:35; Luka 11:51). “Tanrı’nın var ettiği yaratılışın başlangıcından” söz eder (Markos 13:19). Şüphesiz Aden bahçesinde Havva’ya söylediği yalanı kastederek, Şeytan’a “yalanın babası” demiştir (Yuhanna 8:44).

Aynı şekilde, ilk Hıristiyanlar müjdeyi yayarken, bu ilk Kutsal Yazılara göndermeler yapmışlardır. İstefanos (Elçilerin İşleri 7:2-4), İbrahim’in geçmişinden Yaratılış 11:26-32’de anlatıldığı gibi söz eder. Pavlus, Elçilerin İşleri 14:15 ve 17:24’de yaratılışı ve 17:26’da ulusların ilk kuruluşunu anlatır.

Her şeyin başlangıcına ilişkin en çok gönderme, her şeyin yenilenmesini ve yetkinleştirilmesini anlatan Vahiy kitabında bulunur. Laodikya’daki sapkın kilise topluluğuna mektubunda İsa, “…Tanrı’nın yaratılışının kaynağı” olduğunu hatırlatır (Vahiy 3:14). Sık sık Tanrı’nın her şeyin yaratıcısı olduğu vurgulanır (Vahiy 4:11; 10:6; 14:7). Vahiy 14:7’de “sonsuz çağları kapsayan sevindirici haber”de Tanrı’nın “göğü, yeri, denizi ve su pınarlarını yaratan” olarak tanınması gerektiğini söyler.

Yaratılış 3:15’deki müjdenin ilk vaadi, insanlığı kandıran yılan (Vahiy 12:9) olarak Şeytan’dan söz eden Vahiy 12’de genişletilmiş ve açıklanmıştır. Babil’in gelişmesi ve düşüşü (Vahiy’in 17. ve 18. bölümleri) kuşkusuz Yaratılış 10 ve 11’deki ilk Babil tarafından sağlanan temelin üzerine kurulmuştur.

Kutsal Kitap’ın ilk iki bölümü Yaratılış 1 ve 2’nin, ilk gökyüzünün ve yeryüzünün yaratılışını tanımladığı gibi, Vahiy 21 ve 22’de yeni bir gökyüzünün ve yeryüzünün yaratılışını tanımlar. Bu son iki bölümde, Kutsal Kitap’ın ilk ikisinde olduğu gibi, Gelin, Tanrı’nın görünmesi, lanetin dört etkisi, ölümün sona ermesi, lanetin kaldırılması, karanlığın sona erdirilmesi ve yaşam ağacıyla cennetin ortasından akan ırmak anlatılır.

Tek gerçek tarihin içinden, Yaratılış kitabının ilk 11 bölümünü çıkartacak olan modern din adamları, tüm gelecek tarihinin temelini sökmekten suçlu olacaklardır. Petrus, Pavlus ve diğer Kutsal Kitap yazarlarının öğretilerini batıl inanç olarak ve yanılmaz Mesih’in öğretilerini de aldatıcı uydurmalar olarak reddetmektedirler. Yaratılış kitabının “çerçeve hipotezi” her biçimiyle, neo-ortodoks safsatası olmaktan başka bir şey değildir ve tamamen dinden dönmeye yol açar. Kutsal Kitap’a inanan Hıristiyanlar tarafından kesinlikle karşı çıkılmalı ve kabul edilmemelidir.


İnsanlık Tarihindeki Boşluklar

Yaratılış 5’teki soyağacı listesi, Adem’den İbrahim’e kadar her erkeğin, oğlu doğduğunda kaç yaşında olduğunu söylemektedir. Bunlar toplandığında, Adem’den Tufan’a kadar olan süre, toplam 1656 yıl olmaktadır. Yaratılış 11’deki tufan sonrası atalar listesi de Tufan’dan, İbrahim Kenan’a göç edene kadar geçen zamanının 368 yıl olduğunu ortaya koymaktadır. İbrahim’in dönemi yazılı tarih içindedir. İbrahim döneminden sonraki birkaç zamandizinsel soru hâlâ cevaplanmadıysa da, İbrahim’in göçünün İ.Ö. 2000’den daha önce olmadığı konusunda düşünce birliği vardır.

Bu yüzden, Kutsal Kitap’taki rakamların basit şekilde değerlendirilmesiyle elde edilen şekliyle, yaratılışın tarihi İbrahim’in Harran’dan Kenan’a göç etmesinden yaklaşık 2024 yıl önce ya da İ.Ö. 4000 yılları civarındadır. Bu temele göre Tufanın tarihi yaklaşık İ.Ö. 2350 yılıdır.

Bu gibi tarihler, modern antropologlar tarafından oldukça saçma sayılır. Bu kişiler, insanoğlunun en az bir milyon yıldan beri dünya üzerinde olduğuna inanmaktadırlar. İ.Ö. 3000 civarında oluşan Fırat Nehri tufanı dışında, tufan tamamıyla reddedilir.

Tarih öncesi, insanoğlunun Yaratılış kitabındaki zamandizini ile tüm evrimsel antropoloji ve arkeoloji tahminleri arasında yer alan ciddi uyuşmazlıklar, çok ciddi sorunlardır. Bu sorun, hayali, Adem öncesi insan hakkında çeşitli teorilerin ortaya atılmasına yol açtı ve birçok modern din adamının Yaratılış 1-11’i, bu ayetin, tarihi içeriğini tamamen reddederek, mitoloji kapsamına aktarmasının temel nedenlerinden biri oldu.


1. Aktarımın Kesinliği

Bu bölümleri tarihsel açıdan ele alanlar için, dikkat edilmesi olası üç yaklaşım bulunmaktadır: birincisi, Yaratılış 5 ve 11’deki sayılar yanlış aktarım sonucu değişmiş olabilir. Yukarıda rakamların alıntı yapılarak kullanıldığı Masoretik metin, Yetmişlik ve Samiriye metinleri ile farklılıklar göstermektedir. Yaratılıştan İbrahim’e kadar yukarıda hesaplanan süreye, Samiriye metni 301, Yetmişlik metin 1466 yıl ekleyecektir.

Bu, insanoğlunun yaratılışını yalnızca İ.Ö. 5500’lere çeker ve bu, evrimsel zamandizinle karşılaştırıldığında devede kulak kalır.


2. Soyağacındaki Boşluklar

İkinci yaklaşım, yakın ebeveyn ilişkisinden çok, atalığı belirten “baba olma” terimini kullanarak, Yaratılış 5 ve 11’deki soyağaçlarında belirli boşluklar olduğunu kabul etmektir. Böyle bir boşluk Arpakşat ve Şelah adları arasına Kenan ismini koyan Luka 3’te vardır. Bu isim ek 130 yıllık artışla Yaratılış 11’in Yetmişlik çevirisinde bulunmaktadır. Ayrıca Pelek zamanında da bir boşluk var gibidir (Yaratılış 10:25 ve 11:18). Pelek’in atalarının yaşam süreleri şöyleydi: Sam 602, Arpakşat 438, Şelah 433, Eber 464. Pelek yalnızca 239 yıl yaşamıştır. Çocuklarının ve torunlarının yaşları şunlardır: Reu 239, Serug 230, Nahor 148, Terah 275. Eber ve Pelek dönemleri arasında uzun ömürlülükte belirgin bir düşüş vardır. Bunun nedeni belki de arada bulunan bilinmeyen sayıda neslin çıkartılmasıdır. Öte yandan, yeryüzünün “bölünmesi” Pelek zamanındadır ve bu bölünme, her ne idiyse, ömürlerin uzunluğunu aniden kısaltmış olabilir.

Soyağacında boşluk teorisi”, mantıklı sınırlar içerisinde tutulduğu sürece, Kutsal Kitap’a uygundur. Kutsal Kitap’ta benzer boşlukların bulunabileceği başka örnekler de vardır (örn, Matta 1). Böylece, daha önce İ.Ö. 2350 olarak hesaplanan Tufan’ın tarihi çok daha öncelere ve yaratılışın tarihi de İ.Ö. 4000’den çok öncelere çekilebilir. Bununla birlikte böyle boşluklar mümkünse, bu tarihleri sadece Kutsal Kitap’ı kaynak alarak tam olarak saptamak olası değil gibi görünmektedir.

Bu yöntem, Kutsal Kitap’taki zamandizini, insanlık tarihinin evrimsel zamandiziniyle hiçbir şekilde örtüştürmemektedir. Toplamda yaklaşık 2000 yılda, listede Adem’den İbrahim’e kadar 20 isim vardır. Bu rakamı, evrimcilerin yaklaşık 1.000.000 yıllık insanlık tarihi ile örtüştürmek, listedeki her isim arasında ortalama 50.000 yıllık “boşluklar” olmasını gerektirmektedir. Bu çok büyük saçmalıktır ve Yaratılış 5 ve 11’in saçma görünmesine neden olur. Bu durumda bir kimsenin Yaratılış 5:6’yı şöyle okuması gerekir: “Şit bin beş yüz yıl yaşadı ve (gelecekte 50.000 yıl sonra yaşayacak olan) Enoş’un atası oldu.” Aynı esneklik zincirin diğer halkaları için de sağlanmalıdır. Aslında Şit’ten Adem’e, Nuh’tan Sam’a ve Lamek’e, Sam’dan Arpakşat’a olan bağlantılar, araya başka nesillerin girmesi olasılığını dışlayacak şekilde anlatıldığından, yalnız 15 olası boşluk bulunmaktadır. Ayrıca Yahuda 14, Hanok’un Adem’den sonra yedinci sırada geldiği konusunda Yaratılış 5 ile uyumludur, bu da, beş olası boşluğu daha elemektedir. Tüm bunların sonucunda ortalama boşluk süresi 100.000 yıl olmak zorundadır! Bilinen ve kayıtlı insanlık tarihi yalnızca 4000 yıl kadar geriye gittiğinden, her seferki boşluk bilinen tüm tarihin 25 katı kadar olmaktadır!

Ataların isimlerinin, yaşlarının ve tarihi olaylarının bu kadar uzun süreler boyunca saklanması kesinlikle olanaksızdır. Bu ancak Tanrı’nın sözünün tam, doğru ve anlamlı olarak doğrudan Hz. Musa’ya bildirilmesi yoluyla olabilirdi. Durum buysa, listede Kenan, Mahalalel, Seruk, vb isimlerin yer almasının hiçbir nedeni yoktur. Bu isimlerle ilgili başka hiçbir bilgi verilmemektedir ve listeden atılmış olan 20.000 ya da civarı isim, liste için ne kadar yaşamsalsa, bunlar da ancak o kadar yaşamsaldır.

Nuh’un babası Lamek, Tanrı’nın, Aden bahçesinde ettiği laneti biliyordu (Yaratılış 5:29); ama bu, lanet onun zamanından yarım milyon yıl önce ilan edildiyse, epey olasılık dışı kalmaktadır. Tufan’dan hemen sonraki yüzyıllarda ve Yaratılış kitabı Musa tarafından derlenmeden çok önce yaşamış olan Eyüp, gördüğümüz gibi, Adem’i ve ataerkil tarihi biliyordu.

Ayrıca, Yaratılış 5 ve 11’deki aynı soyağacı listelerinin 1. Tarihler 1:1-4, 24-27 ve Luka 3:34-38’de yinelenmesi önemlidir. Bu soyağacı listelerinin içinde çok uzun boşluklar olduğunu, ne Yahudi tarihçiler ne de eski Hıristiyanlar hiçbir biçimde düşünmemişlerdir.

Sonuç olarak, Kutsal Kitap’taki kayıtlar, modern antropologlar ve arkeologlar tarafından yürütülen insanlık tarihinin evrimsel sürece göre yeniden yapılandırılması çalışmalarıyla hiçbir biçimde uyum sağlamamaktadır. Sağlamarkeolojik araştırmaların eski insan yerleşimlerini geleneksel Ussher zamandizininin elvermediği kadar erken tarihlere çekmeyi gerektirebileceğiölçüde, Kutsal Kitap bu tür tarihlerle örtüşebilen küçük boşluklarla ilgili olasılıkları (özellikle Tufan ve İbrahim arasında) göstermektedir.


3. Standart Zamandizininin Gözden Geçirilmesi

Diğer yandan, tarih öncesi insan yerleşmelerinin arkeolojik olarak tarihlerinin hesaplanması -hepsi bir ölçüde, evrimsel tahminlere dayanan- çok sayıda doğrulanamaz varsayımı (radyo karbon tekniği) ve öznel değerlendirmeyi (çanak korelasyonları) içeren kesinlik oranı oldukça düşük bir süreçtir. Aksine, gerçek bir kanıt olmadıkça, son birkaç bin yılda yaratılışın ve Tufan’ın tarihleri oldukça mantıklı şekilde saptanabilmektedir.


Yerel Tufan Teorisi

Yaratılış 6-9’daki Büyük Tufan, dünyanın tarihinin doğru olarak anlaşılmasında büyük önem taşımaktadır. Kutsal Kitap’ın sağlam yorumunun jeolojik devirleri, yaratılışın altı günü sırasına ya da öncesine yerleştirmeye izin vermediğini gördük. Yaratılışın altı günü tarih dışı ya da alegorik olarak da nitelendirilemez. Diğer tek seçenek, standart jeolojik devirler sistemini tümüyle reddetmektir.

Bu elbette çok sert bir öneridir. Evrimci jeologlar bu öneriyi hiç düşünmeden reddetmektedirler. Bununla birlikte, bundan başka seçenek bulunmamaktadır. Kutsal Kitap Tanrı’nın Sözüyse -ki öyledir- ve İsa Mesih yanılmaz ve her şeyi bilen Yaratıcıysa -ki öyledir- dünyanın ve içindeki her şeyin altı günde yaratıldığına ve evrimsel tarihteki uzun jeolojik devirlerin aslında hiç oluşmadığına kuvvetle inanmalıyız.

Bu kanı, büyük tortul yataklarına ve içlerindeki fosillere başka bir açıklama bulmayı gerektirir. Tüm jeolojik katmanlar ve oluşumlar, geniş kömür ve petrol yatakları, volkanik yataklar ve buzul yatakları, dağ sıraları, yer tekneleri ve yüzyıllar boyunca tekbiçimcilik ve evrim kavramları ile açıklanmış olan tarihsel jeoloji olgusu, Kutsal Kitap’ta anlatılan tarihe göre yeniden değerlendirilmelidir. Ayrıca fosil kayıtlarıyla bütünleyici birleşimi, tüm jeolojik sütunun insanın günaha düşüşünden sonra oluşması gerektiğini göstermektedir. Fosiller net olarak ölümü anlatmaktadır, Kutsal Yazıların açıkça öğrettiği de budur, “Ölüm bir insan aracılığıyla geldi...” (1. Korintliler 15:21).

Jeolojik sütun ve fosillerle ilgili Kutsal Kitap’a uygun olası tek açıklama Nuh’un Tufanı çerçevesinde aranmalıdır. Bu muazzam küresel afet, bu bilgileri yeniden yorumlamak için gerekli doyurucu çerçeveyi oluşturmaktadır.

Tufan gerçekten Kutsal Kitap’ın anlattığı çekimde ve yoğunluktaysa tüm evrim savı çöker. Evrim tamamen, çok uzun süreli jeolojik devirlere dayanarak açıklanan fosil kayıtlarına dayanmaktadır. Bu devirler hiç olmadıysa, evrim olanaksızdır.

Bunun için evrimci jeologların küresel bir Tufan fikrine karşı çıkmaları şaşırtıcı değildir. Bu çok yoğun itirazlar yüzünden birçok Müjdeci Protestan Yaratılış kitabının yerel bir Tufan temelinde yeniden yorumlanmasında ısrar etmektedir.1 Yerel tufan görüşünün gün-devir teorisiyle ya da boşluk teorisiyle birlikte savunulması, beklenen bir durumdur. İki teori de jeolojik devirleri savunduğundan ve evrensel bir Tufan, sahip oldukları tüm temeli ortadan kaldıracağından, küresel afet kavramı iki teori içinde uygun değildir.

Akademik dünyada “jeolojik bir tufan teorisi” oluşturmak kolay değildir. Kuşkusuz, bu teoride bazı jeolojik sorunlar vardır, ama bundan çok daha büyük sorun, jeolojiyi küresel tufan açısından yorumlayanlara karşı akan ruhsal seldir. Uzmanların öfkesi ve alayından oluşan bu sel, teorik değildir. Yaratılış kitabındaki Tufan, evrimciler ve yaratılışçılar arasındaki anlaşmazlığın temelini oluşturmaktadır ve evrimciler en güçlü saldırılarını bu noktadan yapmaktadırlar. Aynı biçimde, Hıristiyanların en güçlü ve şiddetli kampanyalar yürütmeleri gereken nokta da budur. Ne yazık ki, son yıllara dek kullandıkları stratejide bunu tamamen göz ardı etmişlerdir.

Jeolojik tufan teorisi sağlam bilimsel kanıtlara dayandırılır, etkin şekilde geliştirilir ve yayılırsa, tüm evrim kozmolojisi -en azından şimdiki Yeni Darwinci biçimi- çökecektir. Bunun sonucunda tüm Hıristiyan karşıtı sistem ve hareketlerin (komünizm, ırkçılık, hümanizm, cinsel özgürlük, davranışçılık ve diğerleri) sözde entelektüel temelinden yoksun bırakılacaktır. Konu bu kadar önemli olduğundan evrimcilerin Yaratılış kitabının anlattığı tarihsel tufan olgusuna karşı çıkmaları şaşırtıcı değildir.

Kutsal Kitap’ın dünya çapında bir tufandan söz ettiğini göstermeye çalışmak çok boş görünmektedir. Gerçek sadece, Yaratılış 6-9’un okunmasıyla ortaya çıkacaktır ve bunu okuduktan sonra da anlamayanları başka açıklamaların etkilemesi de zor görünmektedir. Bununla birlikte kayıtlara geçmesi için, birkaç konu aşağıda özetlenmiştir.


1. Tufan’ın Yüksekliği ve Süresi

Kayıt, Tufan’ın en yüksek dağların doruklarını kapladığını (Yaratılış 7:19,20) ve bu durumun Tufan başladıktan sonra on ay sürdüğünü (8:5) söylemektedir. Dağlar, yerel tufan teorisinin öne sürdüğü gibi, bugünküyle aynı yükseklikteyse, sular en az 5100 metre (Nuh’un gemisinin konduğu Ağrı Dağı’nın yüksekliği) yüksekliğinde en az dokuz ay kalmıştır. Böylesi bir sonucun yerel bir tufanda ortaya çıkması için olanaksız miktarda su olması gerekmektedir. Bunun için beş km yüksekliğinde yumurta şeklinde bir tür tufan düşünmemiz gerekir!


2. Gemiye Duyulan İhtiyaç

Nuh’un “yeryüzünde soyları tükenmesin diye” (Yaratılış 7:3) devasa büyüklükte bir gemi inşa etmesi, yerel bir tufan söz konusuysa, gereksizdi. Kayıtlı boyutlarından hemen hesaplanacağı gibi, Nuh’un gemisinin kapasitesi 522 standart demiryolu kargo vagonuna eşitti (Yaratılış 6:15). Bu, şimdiye kadar yaşamış tüm kara hayvanlarının her türünden ikişer tane barındırmak için gerekenden iki kat daha büyüktür. Tufan sadece bölgesel bir tufansa, tüm dünyada hayvanları taşımaya yetecek bir gemiyi yapmak için 120 yıl harcamak aptallık olurdu. Geminin boyutları yerel bir afet düşünüldüğünde saçma gelecek biçimde oransızdır.


3. Dünyanın Yok Olması

Tufan’ın Kutsal Kitap’ta anlatılan eşsiz ve görkemli boyutları, küçük bir tufanı olanaksız kılmaktadır. Tanrı’nın “dünyayı yok edeceğini” söylemesi (Yaratılış 6:13), 40 gün boyunca suların boşalması (göklerin “pencereleri” “sel kapakları” idi), aynı zamanda “enginlerin bütün kaynaklarının fışkırması” (Yaratılış 7:11), Tufandan önce yağmur olmaması (Yaratılış 2:5), Tufandan sonra gökkuşağının çıkması (Yaratılış 9:13) ve “dünyayı sel götürür” sözleri (Eyüp 12:15) sadece eşsiz ve dünya çapında bir afetle anlaşılabilir.


4. Tanrı’nın Bozulmaz Sözü

Bu tufan sadece yerel bir tufansa, Tanrı’nın yeryüzüne bir daha asla sel yollamayacağına dair sözü (Yaratılış 9:11) çok kez tutulmamış olur. Yani yerel tufan teorisi, Kutsal Kitap’taki tufanla ilgili yazılanlara karşı çıkmakla kalmaz, Tanrı’yı sözünü tutmamakla suçlar!


5. Mesih’in ve Elçilerinin Tanıklıkları

Petrus, Pavlus ve Rab İsa Mesih, tufanın tüm insanlığı yok ettiğini söylemiştir (2. Petrus 2:5, 3:6; İbraniler 11:7). İsa “…tufan gelip hepsini yok etti” demiştir (Luka 17:27). Yerel tufan teorisinin uymaya çalıştığı modern jeoloji ve arkeoloji sisteminin aksine, Kutsal Kitap’a göre tufanın tarihinden çok önce, insanlar, dünyanın her yerine yayılmışlardır. Buna göre, antropolojik olarak evrensel olan bir tufan coğrafi olarak da evrensel olmak zorundadır.

Bunlar ve bunlara benzer sayısız net kanıt, Kutsal Kitap’ta dünya çapında bir tufandan söz edildiğini kanıtlamak için yeterlidir. Aslında bu, Yaratılış 6-9’un yavaş, dikkatli ve düşünerek okunmasıyla hemen kanıtlanabilir. Tanrı’dan esinlenmiş bu ayetleri yerel bir tufan olarak algılamak, metnin açık anlamını saptırmayı gerektirir.


Durgun Tufan Teorisi

Birkaç yetenekli jeologun (19. yüzyılda Charles Lyell, 20. yüzyılda J.L. Kulp,2 Davis Young ve diğerleri), dünya çapında durgun bir afete inanmaları oldukça gariptir! En azından Nuh tufanının küresel niteliğine tanıklık eden Kutsal Yazıları kabul etmişlerdir. Ama bundan sonra böyle bir tufanın sakin ve durgun olup hiç jeolojik kanıt bırakmadan oluşabileceğini düşünerek fiziksel gerçekliği terk etmişlerdir.

Tekbiçimcilik temellerine dayanarak bile, göklerden dökülen sularla, derinlerden fışkıran kaynaklarla, büyük dalga hareketleriyle, güçlü rüzgarlarıyla, yükselen dağlar ve çöken havzalarla Kutsal Kitap’ın anlattığı gibi muazzam ve küresel bir afetin çok sayıda yerel tufanın gerçekleştiremeyeceği jeolojik işi yaptığı kesindir.

Nasıl olur da doğanın olağan, yavaş ve aşamalı hareketleri tüm dünyadaki geniş tortul ve fosil yatakları biçiminde çağlar boyu iz bırakırken, tüm dünyayı yok eden eşsiz güçte dünya çapında hidrodinamik bir afet kayda değer bir kanıt bırakmaz? Dünya çapında bir yıl süren “durgun” tufan fikri hidrolojik ve jeofiziksel olarak saçmalıktır.


Özet ve Sonuç

Kutsal Kitap ve Hıristiyanlık doğruysa, jeolojik devirlerin tümüyle reddedilmesi sonucuna varmaktan başka çıkar yol görünmemektedir. Ne gün-devir teorisi, ne boşluk teorisi ne de diğer teoriler jeolojik devirlerini Yaratılış kitabıyla bağdaştırabilmektedirler. Tortul kayalardaki fosil kayıtlarında saklı dünya tarihini açıklama konusunda, Kutsal Kitap’ta açık şekilde anlatılan muazzam ve dünya çapındaki Tufan, temel mekanizma olarak kabul edilmelidir.

Yeryüzünün jeofiziksel yapısıyla Kutsal Kitap'a dayalı gerçek tarih arasındaki detaylı ilişki, Kutsal Kitap'a inanan bilim adamları tarafından yapılacak çok sayıda araştırma ve çalışmayı gerektirmektedir. Bununla birlikte günümüzde Hıristiyan inanca karşı yükseltilen itirazlar göz önüne alındığında, bu araştırmalara, acilen gerek duyulduğu görülmektedir.

Evrime dayalı tekbiçimcilik kuramı tarafından yürütülen karmaşık ve inançsız hareketler, yalnızca temelleri yok edilirse geriye döndürülebilir. Bunun için bilginin ve uygulamanın her alanının, bilimsel ve Kutsal Kitap’a dayalı temeli olarak, Tanrısal yaratılışın tekrar ele alınması gerekmektedir. Buna, Hıristiyan okullarında, kiliselerinde ve her tür kuruluşta öncelikli önem verilmelidir. Bu kitabın, böyle bir hareketi destekleyip teşvik edecek bilgiyi sağlamasını umuyoruz.