TESADÜF MÜ TASARIM MI?


Canlı Sistemlerin Karmaşıklığı

Evrim modeli, evrendeki tüm sistem ve yapıların, doğa yasalarının ve maddenin içeriğindeki özelliklerin etkisiyle ortaya çıktığını kabul eder. Doğaüstü hiçbir gücün bunları tasarlayıp yönetmediğini varsayar. Evrenin kendine yeterli olduğunu ve rastgele hareket ve olaylarla evrimleştiğini ileri sürer.


Oysa yaratılış modeli, evrenin bütün sistem ve yapılarının, başlangıçta her şeyi bilen bir yaratıcı tarafından, tasarımlı ve amaçlı şekilde yaratıldığını kabul eder. Yaratılışçılar bilimsel çalışmalar sonucu keşfedilen, evrendeki karmaşıklık ve düzenin şansa bağlı olarak ortaya çıkmasının olası olmadığında ısrar ederler. Bu konu basit olasılık hesaplarıyla incelenebilir. Sorun özetle, birçok farklı unsurun birlikte çalışarak oluşturduğu karmaşık bir sistemin, tesadüfen ortaya çıkıp çıkamayacağıdır. Bu soru özellikle canlı sistemler ele alındığı zaman çok daha açık olmaktadır. İnorganik ilişkiler genellikle karmaşık olsalar da, canlı organizmalardaki karmaşıklık çok daha fazladır. Yine de evrim modeli, bütün bu yapıların doğanın eseri olarak tesadüfen ortaya çıktığını varsaymaktadır.

1. Karmaşık Bir Sistemin Şansa Bağlı Olarak Aniden Ortaya Çıkma Olasılığı

Her biri özel ve yararlı bir işlevi yerine getirebilen, serbest unsurlardan oluşan bir “deniz” düşünelim. Bu unsurlardan iki ya da daha fazlasının şans eseri olarak bir araya gelmesi ve bütünleşmiş, işlevsel bir organizma oluşturması olasılığı nedir?

Organizmada az sayıda unsur varsa, şansa bağlı olarak birleşme olasılıkları akla uygun sınırlar içindedir. Örneğin, A ve B gibi iki unsur, yani bileşen düşünelim. Diyelim ki, bunlar A - B şeklinde birleşirse sistem işleyecek, B - A şeklinde birleşirse işlemeyecektir. Bu iki bileşenin işlevsel bir sistem oluşturabilme şansı, ikide birdir. Yani, “başarı” olasılığı 1/2’dir.


Eğer A, B ve C şeklinde üç bileşen varsa, oluşturabilecekleri ABC, ACB, BAC, BCA, CAB ve CBA şeklinde altı olası bileşik vardır. Bu bileşiklerden sadece bir tanesinin işleyeceğini varsayarsak, başarı olasılığı 1/6’dır. Burada kombinasyon, yani olası bileşik sayısı, her etmenin diziler halinde çarpılmasıyla hesaplanır.



2 bileşen için kombinasyon sayısı = 1x2 = 2

3 bileşen için kombinasyon sayısı = 1x2x3 = 6

4 bileşen için kombinasyon sayısı = 1x2x3x4 = 24

5 bileşen için kombinasyon sayısı = 1x2x3x4x5 = 120

n bileşen için kombinasyon sayısı = 1x2x3x........xn


Bu tip sonuçları belirtmek için bileşen sayısı “faktöriyel” olarak gösterilir ve “!” şeklinde yazılır. Örneğin, 1x2x3x4 serisi, 4!’e eşittir (“dört faktöriyel”) yani 24’tür.


Bu işlemde bileşenlerin sayısı arttıkça faktöriyeller aşırı derecede büyür.


6! = 720 10! = 3.628.800

7! = 5.040 100! ˜ 10158

8! = 40.320 200! ˜ 10375

9! = 362.880 (1.000.000)! ˜ 103.000.000 vs.


Örneğin, bir organizmanın sadece 100 parçadan oluştuğunu düşünelim. Her bir parça, organizmada kendine özgü bir iş yapmak zorunda kaldığından, bu 100 parçanın kombinasyonlarından yalnız biri işlevseldir. Bu 100 parça, 10158farklı şekilde bir araya gelebilir. Bunlardan sadece biri başarılı bir birleşme sağladığına göre, yararlı birleşme ancak 10158de bir olasılıktır (10158 sayısının, 1’den sonra 158 sıfır eklenerek elde edildiğine dikkat ediniz).

Bu rakam anlaşılamayacak kadar büyüktür. Onu biraz anlamak için şu rakamla karşılaştırabilirsiniz: Bütün evrende yaklaşık 1080elektron bulunmaktadır. 1080elektronun 100 parçadan oluşan organizmanın oluşumunda kullanıldığını varsayalım. Bu demektir ki, herhangi bir zamanda 100 parçalı 1078grup oluşabilir. Fakat bunlardan işleyen birinin varolabilmesi ve ortaya çıkabilmesi için, 10158yapının oluşması gerekir. Dolayısıyla, 1078yapıdan birinin işlevsel olma olasılığı çok düşüktür.


Şimdi o tek işlevsel kombinasyonu bulmak üzere bir varsayımda bulunalım. İlk rastgele kombinasyon başarılı olmazsa, elektronların sürekli karışıp tekrar rastgele birleştiklerini varsayalım. Astronomların dediğine göre, evrenin yaşı 30 milyar yıldan azdır. 30 milyar yılda 1018saniye vardır. Şimdi yukarıdaki gibi her bir kombinasyonun birleşmesi için bir saniyenin bir milyarda biri kadar bir süre gerektiğini, böylece bir saniyede bir milyar (109) deneme oluşabileceğini varsayalım.


30 milyar senede bütün evrende yapılabilecek bu tip kombinasyonların maksimum sayısı; 1075x 109x 1018 ya da 10105’dir. Sonuçta bu 10105 olası kombinasyonlardan doğrudan bir tanesinin şansı, 10158/10105 =1053’te bir olacaktır. Bu bölünmeyecek kadar küçük bir sayı olup yüz milyon milyar milyar milyar milyar milyarda bir şanstır. Bir başka ifade ile, “hiç şans yok” demektir.


Üstelik, 100 parçadan oluşan basit bir organizma yoktur. Diğer gezegenlerde canlının bulunup bulunmadığını saptama amacıyla yapılan ve kısmen NASA tarafından desteklenen bir araştırmada,3 “canlı” denilebilen basit tipli bir protein molekülünün en az 400 tane birbirine bağlı amino asitten oluştuğu görülmüştür. Bu amino asitlerin de her birisi dört ya da beş temel elementten, her element de belirli sayıda bir araya gelmiş olan proton, nötron ve elektronlardan oluşmuştur.


Böyle bir canlı sisteminin rastlantısal olarak ortaya çıktığına, kuramcı bir evrimci dışında, hiç kimse inanmaz. Yaratıcının varlığı reddedilirse, canlı sisteminin oluşması şansa kalır.


2. DNA Molekülünün Sentezlenme Olasılığı

Bundan önceki bölümde tartışılan problem, aslında son derece basitleştirilmişti. Basit bir protein molekülünün ya da buna benzer herhangi bir sistemin kendi kendine çoğalması olası değildir. Canlı organizmaların üreme ve kalıtım olayları, daha önceki bölümde incelendiği gibi, sürekli DNA molekülleri tarafından yönetilir. Evrim modeline göre, canlıların evriminde bu ilk DNA molekülü, her nasılsa tesadüfen sentezlenmiştir. Evrimci bir biyolog olan Frank Salisbury bu bilmeceyle ilgili şunları söyler:

Şimdi biz, hücrenin hayal ettiğimizden çok daha karmaşık olduğunu biliyoruz. Hücrede işleyen binlerce enzim vardır. Bu enzimlerin her birisi, kendi içinde karmaşık bir makina gibidir. Ayrıca her bir enzim, DNA ipliğindeki bir gene karşılık sentezlenir. Bir genin içerdiği bilgi de (karmaşıklığı) buna göre sentezlenen enziminki kadar büyüktür.

Orta büyüklükte bir protein molekülü, yaklaşık 300 amino asit içerir. Bunu kontrol eden DNA zincirinde ise yaklaşık 1000 nükleotid bulunacaktır. Bir DNA zincirinde dört çeşit nükleotid bulunduğu hatırlanırsa, 1000 nükleotidlik bir dizi, 41000farklı şekilde olabilecektir. Küçük bir logaritma hesabıyla bunun 41000=10600, yani birden sonra 600 sıfır eklenen bir sayı olduğu bulunur. Bu rakam ise, aklın kavrama sınırının çok ötesindedir.”4

Evrenin büyüklüğü ve ömrü ne kadar olursa olsun, DNA gibi karmaşık sistemler rastlantıyla oluşmazlar. Yaratılış modeli bu olayı gerçekçi olarak çözmeye çalışır ve yaşamı yaratan büyük bir Yaratıcının varlığını kabul eder.


3. Yavaş Yavaş Eklenmelerle Sentezlenme Olasılığı

Bazı evrimciler, karmaşık moleküllerin bir anda oluştuğunu düşünmenin gerekli olmadığını ileri sürerler. Onlara göre, bu moleküller, doğal seçilime benzer bir yolla yavaş ve aşamalı olarak sentezlenmiş olabilir. Yani, bir sistem bir parçalıdan iki parçalıya, daha sonra iki parçalıdan üç parçalıya ve diğerlerine doğru gelişmiş olabilir. Her basamakta çevresine uyum sağlayanlar yaşayıp yeni basamağa geçmeye hazır hale gelirler.


Diğer yandan, yeni basamak zararlı olursa (genellikle de olur, çünkü iyi çalışan bir sistemde rastgele bir değişim sistemin verimliliğini azaltacaktır), büyük olasılıkla molekül bozulacak ya da en azından, daha ileri gitmesi engellenecektir. Ayrıca, birçok çevre koşulu, durmadan molekül üzerine baskı yapacak ve parçalanıp daha basit bir biçime dönüşmesini sağlayacaktır.


Bu yüzden, bir molekülün daha yüksek derecelere doğru organize olabilmesi için, her basamağın bir an önce yararlı olması gerekmektedir. Hiçbir biçimde başarısızlık ve geriye dönüş olmamalıdır. Bu aralıksız başarı zinciri, molekülün kendi kendini üretebileceği bir dereceye kadar sürmek zorundadır. Bu noktada da yaşam basamağına erişmiş sayılacaktır.


Bu sürecin olabilirliğini incelemek için, her bir basamağa keyfi bir olasılık saptayabiliriz. Her değişim basamağı için ½ olasılığın iyimser olduğunu herkes kabul eder. Yani, her değişim için başarılı olma şansı kadar, başarısız olma şansı da vardır. Kuşkusuz başarının gerçek olasılığı bundan çok daha azdır.


Bu varsayımı kullanarak bir canlı sisteminin oluşumunun olasılığı, her basamağın olasılıklarının çarpımıyla elde edilir. Eğer istenen “n” kadar basamak varsa, olasılık (1/2)n’e eşit olacaktır. Bir başka ifade ile 2n’de bir şans vardır.


Şimdiki soru, kaç basamağın gerektiği, yani “n” değerinin ne olduğudur. Problem, kendi eşini yapabilen bir makineyitasarlamaya benzemektedir. Enformasyon teorisi alanında tanınmış bir bilim adamı konuyu şöyle çözümlemektedir:

Öyle bir makine yapmak istediğimizi varsayalım ki, bu makine, parçalarını, bulunduğu kutulardan kendisi alabilsin; sonra da bütün bu parçaları bir araya getirerek tıpkı kendisi gibi ikinci bir makineyi de yapabilsin. Birinci makine için gereken en düşük yapı ya da bilgi miktarı nedir? Hesaplanan yanıt yaklaşık 1500 bilgi parçasıdır, yani, makinenin karar vermesi gereken seçenekler arasından, 1500 seçim yapılabilmelidir. Bu yanıt çok anlamlıdır, çünkü büyük protein moleküllerinin en basitinde bile 1500 parça vardır. Besin maddeleri dolu bir çözeltiye bu protein bırakıldığı zaman, bu protein molekülü aynı zamanda 1500 parçayı bu ortamdan toplayarak bir başka büyük proteini yapabilmekte ve kendisini de bundan ayırabilmektedir.”5

Bu incelemelere göre, şansa bağlı olarak birinci makinenin (ya da protein molekülünün) yapılması için 1500 basamak gerekmektedir. Son yıllarda yapılan çalışmalar da yaklaşık olarak aynı sonucu vermiştir. Bu makinenin ortaya çıkma olasılığıysa, (1/2)1500yani başarı şansı (2)1500’de bir, eşittir (10)450’de birdir.


Bu sayı da, hesaplanamayacak kadar büyüktür. Saniyenin milyarda biri kadar bir sürede bir deneme yapıldığını ve bu denemeyi gerçekleştiren 1080tane sistem olduğunu (1080evrendeki toplam parçacık sayısıdır) ve bu denemelerin 30 milyar yıldır (1018saniye) sürdüğünü varsaysak bile, kendisini eşleyebilen bir molekülü elde edebilmek için bütün evrende ve bütün zaman içinde yapılan denemelerin toplam sayısı 1080x1018x109=10107’yi ancak bulur.


Bu sayı ise, 10450’den son derece küçüktür. Böylece, doğal seçilim gibi aşamalı bir süreç aracılığıyla kendini eşleyebilen bir molekülün bilgi şifresinin elde edilmesi olanaksız görünmektedir.


Şimdi, hayali olarak incelediğimiz, bu kendini eşleyen moleküldeki bilgi miktarını, dünyadaki bütün kitaplarda varolan bilgilerin miktarıyla karşılaştıralım. Kitaplardaki her kelimenin bir bilgi birimi olduğunu varsayalım. Bundan başka mantıksızca cömertçe kabul edilmiş olan aşağıdaki varsayımları da ekleyelim:


Her sayfadaki ortalama kelime sayısı = 500

Her kitaptaki ortalama sayfa sayısı = 500

Her kitaptan basılan ortalama sayı = 10.000

Her yıl yayınlanan ortalama kitap sayısı = 10.000.000

Kitapların basılmakta olduğu toplam yıl = 4000


Bütün bu sayıları çarparsak, şimdiye kadar yayınlanmış olan anlamlı kelimelerin sayısını bulabiliriz.

500x500x10.000x10.000.000x4000=1020.

Bu sayı, aynı zamanda (2)66’ya eşittir. Bir başka deyişle, eşit olasılıklı iki seçenekten, istenen bir tanesinin peş peşe 66 kez gelme olasılığını gösterir. Bu sayı, yukarıdaki protein molekülü örneğimiz için gerekli olan 1500 tane başarılı seçimden son derece küçüktür. Oysa, en basit canlıda bile, şimdiye kadar yazılan bütün kitaplardaki kelimelerden daha fazla bilgi vardır!


Bu şaşırtıcı olay, yaratılış modeli ile kolayca açıklanmasına karşın, evrim modeli karşısında dev bir sorun olarak durmaktadır. Purdue Üniversitesi’nde biyokimya profesörü olan Dr. Larry Butler, öğrencilerini ve meslektaşlarını aşağıdaki sözleriyle bu konuda bir yarışmaya çağırmaktadır:

Enzimler, nükleik asitler, şekerler de dahil, canlı olmayan ne isteniyorsa seçilerek hazırlanmış bir organik bileşikler çorbası düşünelim. Bu karışım, bakteri kirlenmesini önlenmek amacıyla şüphesiz steril olmalıdır. Aynı zamanda güneş sisteminin herhangi bir yerinde bulunduğu bilinen bütün bileşiklerin ve istediğiniz türde bir atmosferin emrinizde olduğunu varsayın. Sonra elektrik kıvılcımı, ısı, ultraviyole ışın ya da bilinen herhangi bir enerji biçimi gibi bir enerji kaynağınız olduğunu da kabul edin. Şimdi bana, ister çözümlemeli yöntemlerle, ister deneylerle, gerçek bir canlı organizmanın bu materyallerden ortaya çıkışını gösteriniz.”6

Şimdiye kadar bu çağrıyı kimse kabul etmemiştir.


4. Canlı Sistem Karmaşıklığının Artma Olasılığı

Yaşamın kökeniyle ilgili sorun, evrimciler tarafından, zorlukların gözardı edilmesiyle çözülmüştür. Harvard Üniversitesi Profesörü George Wald, bu konuda şu önemli açıklamayı yapmıştır:

Önemli nokta, hayatın kökeni, en azından bir kez olan olaylar kategorisine girdiğinden, zamanın ondan yana oluşudur. Ancak, bu olayı ne kadar olasılık dışı saysak da, yeterli zaman içinde en azından bir kez gerçekleşecektir. Asıl kahraman zamandır. Yeterli zaman imkansızı mümkün, mümkünü olası, olasıyı neredeyse kesin kılar. Beklemek yeterlidir. Zaman mucizelerden oluşur.”7


Ancak, böyle bir mucizenin gerçekleşmesi için yeterli zaman olmadığını zaten göstermiş bulunuyoruz.


Bu sorunu hesaba katmayarak işimize devam edelim ve herhangi bir yolla canlı organizmalara sahip olduğumuzu varsayalım. Bu sefer sorunumuz, bir canlı toplumunun şansa bağlı olaylarla daha yüksek bir karmaşıklık derecesine nasıl erişebileceğidir.


Bu konuda kabul edilen açıklama şekliyse, rastgele mutasyon ve doğal seçilimdir. Ancak, böyle bir sorun, rastgele değişen moleküler sistemler üzerinde işleyen “inorganik doğal seçilim” sorunuyla temelde aynıdır. Bu oluşumların olasılıklar açısından mümkün olmadığını az önce gösterdik. Organik alemde ileri seviyedeki bir düzenin oluşması için doğal seçilimin daha başarılı olmasını gerektiren hiçbir neden yoktur.


Bununla birlikte, evrimciler bu konudaki doğal seçilimin başarısına aşırı derecede inanmaktadırlar. Julian Huxley, bunu kitaplarının birinde çok çarpıcı bir biçimde ele alarak şöyle der:

Bin mutasyondan bir tanesinin yararlı olması az görülse de, bu kadarı bile cömertçedir.... Toplam bir milyon kadar mutasyon basamağı, çok büyük bir rakam gibi görünse de, gerçekte olanlardan çok daha az bir miktardır.... Ancak, bu rakamları akla uygun tahminler olarak ele alalım. Bu olasılıklara göre, hiçbir seçim olmaksızın iki yararlı mutasyon taşıyan bir nesli elde etmek için, bir milyon nesil (binin karesi) üretmek gerekmektedir. Bir milyon mutasyona sahip bir nesil ise, ancak binin milyonuncu gücü (10001.000.000) kadar üretilen bir nesilden ortaya çıkabilir. Kuşkusuz bu olanaksızdır. Ancak, bir nesilden tümüyle şansa bağlı olarak birçok uygun mutasyonun elde edilemeyeceğini hayalde canlandırmak için yararlı bir örnektir. Bin üzeri milyonuncu güce sahip bir rakam, birden sonra üç milyon sıfır gelen bir sayı demektir. Bu ise, yaklaşık beş yüz sayfalık üç büyük ciltlik kitap eder. Hiç kimse böyle olasılık dışı bir şey için riske girmez. Oysa, doğal seçilimin işlemesiyle ve doğal seçilimi kaçınılmaz kılan canlıların özellikleri sayesinde, bu olay oluşmuştur!”8

Doğal seçilim, eğer bir olanaksızlığı kaçınılmaz bir duruma çevirebiliyorsa, gerçekten olağanüstü bir şey olmalıdır! Bununla birlikte, yaratılış taraftarları, gözlenenbütün doğal seçilim örneklerinin, canlının değişmeden çevreye uyum sağlamasından oluştuğunu (örneğin, benekli güve) hatırlatırlar. Daha karmaşık bir düzeni üreten ya da koruyan bir değişim gözlenmemiştir. Mutasyonlar yararlı değil, zararlıdır ve doğal seçilim, toplulukta mutasyona uğrayan bu canlıların varlıklarının devamını önler.


Yine de, mümkün olduğunca cömert olalım ve birbirini izleyen her evrim basamağının 1/2’lik bir başarı olasılığı olduğunu düşünelim. Bu durumda, genetik şifresinde “n” sayısı kadar bilgi bulunan bir toplulukta, bu bilgi sayısının (n+1)’e çıkması olasılığıyla (n-1)’e ve daha aşağıya inme olasılığının aynı olduğu görülecektir.


Gerçekten, topluluğun geriye kayması çok daha büyük bir olasılıktır. İyi olanlardan çok daha fazla zararlı mutasyon vardır. Bu zararlı mutasyonlar doğal seçilimle tamamen ortadan kaldırılsa bile, zararı az olanlar varlıklarını sürdürerek, 3. bölümde anlatıldığı gibi, toplulukta aşamalı olarak “genetik yük” oluşturacaklardır.

Mutasyonların bedensel etkileri çıplak gözle görülebilecek kadar büyük olabildiği gibi, zor gözlenebilen ya da büyük bir olasılıkla, bilinen gözlem yöntemleriyle gözlenemeyecek kadar küçük de olabilir. Bir mutasyonun varlığını sürdürmesi ya da evrim sürecinde yayılması olasılığı, bedensel etkilerinin büyüklüğüyle ters orantılıdır. Etkisi geniş olan birçok mutasyon, ilk aşamada bunları taşıyan bireylerde öldürücü etkiye sahiptir ve bunun sonucu olarak da yayılma olasılığı sıfırdır. Etkisi az olan mutasyonların yayılma olasılığı daha büyüktür ve etki küçüldükçe şans da artmaktadır.”9

Sonuç olarak, her bir evrimsel ilerleme için varsaydığımız 1/2’lik başarı olasılığı, oldukça iyimser görünmektedir. Bir birey, iyi bir mutasyona uğrasa bile (“iyi” burada daha karmaşık bir seviyeye doğru anlamındadır) öldürücü mutasyonları ortadan kaldırmadan çiftleşen alt grubun, toplulukta üstün gelmesini sağlayacak bir üreme mekanizmasıyla bu değişime uğramış özellikler topluluğa aktarılmadıkça, bu yararlı mutasyon etkisiz kalacaktır. Topluluk içine yayılarak, tüm topluluğu daha yetkin bir duruma ulaştıran yararlı bir mutasyon olayının oluşabilmesi, oldukça güç ve olanaksız görünmektedir.


Omurgalılar gibi daha yüksek organizmaların evrimiyle ilgilendiğimiz zaman, üzerinde daha önce durduğumuz basit DNA ve protein moleküllerinden son derece karmaşık bir yapıyla karşılaşırız. Bu hayvanlardan her biri, kendine özgü özel görevleri olan trilyonlarca canlı hücreden oluşurlar. Bu hücrelerden her biri, çok sayıda özel protein moleküllerinden oluşmuş ve yüksek derecede organize olmuş sistemlerdir. Tüm bu karmaşıklık ise, üreme hücrelerindeki binlerce DNA molekülü tarafından yönetilir ve denetlenir.


Bir hayvan türünün daha gelişmiş bir hayvan türüne evrimleşmesi için çok büyük sayıda mutasyon içeren basamağa ihtiyaç vardır. Huxley, daha önce aktarılan örneğinde, varsayılan atın evrimi için bir milyon mutasyon aşamasından söz etmiştir.


Daha önceki tartışmamızda gördüğümüz gibi, 1/2 olasılıkla oluşan bir milyon başarılı mutasyon basamağının artarda sıralanması, bir milyon bileşenin gayet karmaşık bir bütünü oluşturmak üzere bir anda toplanmaları kadar inanılmayacak bir olaydır. Bu durumda başarı şansı 21.000.000’da ya da 10300.000’de birdir.


Böyle rakamlar, gerçek anlamda anlaşılamayacak kadar büyüktür. 5 milyar ışık yılı yarıçapındaki evren bile, her biri elektron büyüklüğünde ancak 1080parçacık içermektedir. Tüm evren hiç boş yer bırakmadan tamamen elektronlarla doldurulsa bile, ancak 10130elektron sığardı. Her bir elektron, 30 milyar yıldır (1018saniye) her saniye bir milyar mutasyon denemesi yapan bir mutasyon sistemi olsaydı, günümüze kadar toplam 10157çeşit denemede bulunabilirdi. Başarı şansı 10300.000-157’de bir ya da 10299.843’de bir olduğundan, bunlardan birinin başarılı olması için hiçbir olasılık yoktur.


Canlılar dünyasındaki karmaşıklık derecesi arttıkça, olasılıklar daha da küçülür. İnsan beyninin serebral korteksinde bir arada görev yapan on milyar hücre bu konuya örnek olarak düşünülsün!


Yaratılış modeli, böyle karmaşıklıklar karşısında şaşırmamaktadır. Bütün karmaşıklıklar Yaratıcı’nın sonsuz bilgisini ve gücünü gösterir. Bu özel yaratılış kavramını “inanılmaz” bularak reddeden evrimciler, doğal seçilime ve onun istatistiksel yönden inanılmazlığına tümüyle teslim olmuş ve iman etmiş durumdadırlar. Bu durumda, yaratılışçının imanı en azından, evrimcinin imanı kadar akla uygundur.


Benzerlikler ve Farklılıklar

Organik alanda, bitki ve hayvanların değişik türleri arasında birçok benzerlik vardır. Evrimciler bu benzerlikleri, aynı soydan geldiklerine kanıt saymışlardır. Oysa yaratılışçılar, aynı benzerliklerin, bir tek Yaratıcı’nın tasarımına ve biçimlendirmesine kanıt olduğunu kabul etmektedirler. Evrimciler, bütün bu özelliklerin, rastgele oluşan mutasyonlar ve doğal seçilimler sonucu oluştuğunu ileri sürerler. Yaratılışçılarsa, bu özelliklerin Yaratıcı tarafından özel amaçlar için verildiğini ve aynı işlevleri yerine getirmelerini sağlamak amacıyla benzer yapıların yaratıldığını söylemektedirler.


Bu durum, bir çıkmaz olarak değerlendirilebilir. Çünkü, hem evrim hem de yaratılış modellerine göre, benzerliklerin olması beklenmektedir. Ancak, sayabileceğimiz bazı farklılıklar da vardır. Örneğin, kediler ve köpekler birbirlerine biraz benzerler. Ancak, birçok farklılıkları da vardır. Yaratılış modeline göre, ikisinde bulunan benzer yapılar benzer görevler için, farklı yapılar farklı görevler için yaratılmıştır.

Bu durum evrim modeli için bir sorundur. Kedi ve köpek aynı atadan, aynı çevrede ve benzer işlemler sonucunda oluşmuşlarsa, nasıl birbirinden farklı oldular? Öyle görülüyor ki, kedilerle köpekler arasında birtakım hayvanlar dizisi vardır. O zaman da, kedilerin nerede bittiği ve köpeklerin nerede başladığı bilinemezdi.


Kanada’nın Ottawa şehrinde Commonwealth Institute for Biological Control’da yıllarca yöneticilik yapan Dr. W. R. Thompson, Darwin’in Türlerin Kökeniadlı kitabının 100. yıldönümü baskısı için yazdığı önsözünde, canlılar arasındaki yoğun farklılıklarla ilgili olarak şunları söylemektedir:

... ama taksonomik (sınıflandırma) sistem bir bütün olarak ele alındığı zaman, kesin çizgilerle ayrılmış bir düzenleme olarak görünmektedir. Çünkü taksonomik gruplar arasında büyük boşluklar vardır.... Doğanın bize sunduğu kategoriler arasındaki sınırları, doğruluğu kanıtlanamayan kurgularla kaldırma arzusu, biyolojiye Türlerin Kökeni’nden kalma bir mirastır. Canlılığın sürekliliğini göstermek için, varolmayan tarihsel kanıtlara başvurulmaktadır. Böylece, gerçekle hayalin içinden çıkılmaz biçimde birbirine karıştığı hipotezler üzerine kurulmuş hipotezlerden, cam gibi kırılabilen kuleler yapılmaktadır.10

Dr. Thompson’un dediği gibi, evrim teorisinde organizmaların sürekliliği gerekmektedir. Ancak, bununla ilgili ne şimdi ne de daha önce hiçbir kanıt bulunamamıştır. Evrim modeli, bütün organizmaların aynı soydan geldiğini söylemektedir. Bütün organizmalar, aynı doğal süreçler sonucu oluşurlar ve aynı dünyada süreklilik gösteren çevre koşullarında yaşarlarmış. Buna göre, evrim modelinin ana tahmini büyük boşluklarla birbirlerinden ayrılmış türlerin varlığı yerine, türler arasında sürekli bir geçiş olması gerekliliğidir. Türler arasındaki farklılıkları açıklamak için evrim modeli tarafından çeşitli ikincil varsayımların (hipotezler üzerine kurulmuş hipotez kulelerinin) ileri sürülmesi gerekmektedir.


Yaratılış modeli yine, bu tip ikinci derece varsayımlar ileri sürerek, verileri açıklamak zorunda değildir. Tersine, yaratılış modeli, organizmaların kesin çizgilerle birbirinden ayrıldığını, birbirleriyle benzerlikler olduğu gibi, farklılıklarının da bulunduğunu öngörür.


Yukarıda anlatılan gerçekler ışığında, evrimcilerin benzerlikleri, evrimin bir kanıtı olarak yinelemeleri gariptir. Her durumda benzerlikler beklenmektedir ve farklılıklar yaratılış modeli tarafından daha iyi açıklanmaktadır. Evrim teorisi tarafından, evrimin kanıtları olarak sık sık ileri sürülen yüzeysel benzerliklerden bazıları şunlardır:


1. Morfolojik Benzerlikler (Karşılaştırmalı Anatomi)

Canlıların yapısındaki benzerlikler, evrimin temel kanıtları olarak düşünülmektedir. Standart Linne şeması, yapay ve keyfi olduğundan, bu tip benzerlikler bir dereceye kadar gerçekten aynı soydan gelindiğini gösterebilir. Kuşkusuz bu, türler için doğrudur ve bazen daha yüksek kategoriler için doğru olabilir. Ancak, yüksek kategorilerde, aynı soydan gelindiğini gösteren herhangi bir deneye ya da gözleme dayalı bir kanıtın olmadığı da hatırlanmalıdır. Bu, tümüyle evrimcilerin varsayımıdır.


Amerika’nın belki de en önde gelen taksonomisti (canlıları sınıflandırma uzmanı) Harvard Üniversitesi’nden Ernst Mayr’dır (Taksonomi, canlıları sınıflandırma bilimidir). Profesör Mayr, bütün bu yüksek kategorilerin (familya, takım, sınıf vs.) keyfî olduğunu, çünkü bunlar arasında böyle bir ilişkiyi gösteren herhangi bir deneye dayanan kanıtlamanın bulunmadığını vurgulamaktadır.


Mayr’ın, alanında en önemli eseri olan Principles of Systematic Zoology(New York: McGraw-Hill, 1969, 434 sayfa) adlı kitabını yorumlayan bir başka yazar, bu kitapla ilgili olarak aşağıdaki açıklayıcı bilgileri vermektedir:

Yazarın, bütün biyologların kabul etmesi gerektiğine inandığım görüşüne göre tür, tamamen nesnel varlığa sahip tek taksonomik kategoridir. Yüksek kategoriler ise az - çok özel görüşlere dayanmaktadır.”11

İnsanların, bitki ve hayvanları dış yapılarına göre tabloda sınıflandırabilmesi, tabloda birbirine daha yakın olanların aynı soydan evrimleştiklerinin kanıtı olmaz. Böyle bir düzenleme, sadece insanların verileri sınıflandırma ve kategorilere ayırma yeteneğine sahip olduğunu gösterir.


Aslında, sınıflandırma tablosu, yaratılış modeline daha iyi bir destektir. Evrim teorisinin öngördüğü canlıların evrimsel sürekliliği gerçek olsaydı, türler arasında herhangi bir boşluk olmayıp canlıları özel kategorilere sınıflandırmak olanaksız olurdu. Sınıflandırmada benzerlikler olması gerektiği gibi, kimi farklılıkların ve boşlukların da olması gerekmektedir. Bunlar da, yaratılış modeline destek sağlar.


2. Embriyolojideki Benzerlikler

Charles Darwin’den önce bile evrimciler, embriyonların gelişmesindeki benzerliklerin aynı soydan gelindiğini gösterdiğini ileri sürmekteydiler. Bugünkü kitaplarda da tavuk, tavşan ve kertenkele gibi hayvanların embriyonları ile insan embriyonu arasındaki benzerlikler, aynı soydan gelindiği varsayımının kanıtı olarak gösterilmektedir.


Bu tip benzerlikler aynı soydan gelindiğini değil, ortak bir tasarım olduğunu göstermektedir. Yaratılış modelince, karmaşık yapıdaki hayvanlardan birçoğu aynı üreme biçimine sahip olduğundan, oğulcukların gelişmesinin de bütün bu hayvanlarda birbirine benzer olması beklenen bir şeydir.


Canlı embriyonu, ebeveyn hücrelerinin tek hücrede birleşmesiyle oluşmaya başladığından ve bundan sonraki hücre çoğalması, bir süre için aynı çevre koşullarında sürdüğünden ve buna ek olarak, oluşacak yapıların çoğu biraz birbirine benzediğinden (kollar, bacaklar, kafa vs.), gelişen embriyonların yaşamlarının ilk devresinde birbirine çok benzemeleri son derece doğaldır.


Ancak, ebeveyn türünün özelliklerinin embriyonda oluşmasıyla bu yüzeysel benzerlikler kaybolmaktadır. Aslında bu önemli farklılıklar, embriyonik gelişmenin oldukça erken devresinde oluşmaktadırlar.


Embriyonlar arasındaki farklar, ilk basamaklarda bile, benzerliklerden daha önemlidirler. Genetik yapıdaki farklar gözle görülmese bile, civciv DNA’sı, kertenkeleninkinden oldukça farklıdır. Her bir hayvan türü için programlanan farklı genetik şifreler, sadece o hayvanın, o embriyondan gelişeceğini bildirir. Geçici ve yüzeysel benzerliklerin, evrim-yaratılış meselesinde önemleri yoktur. Karmaşık tasarlanmış farklar, daha büyük gerçeği oluştururlar.


3. Biyokimyadaki Benzerlikler

Şimdi inceleyeceğimiz DNA bile, evrime kanıt gösterilmektedir. DNA molekülünün bütün canlıların üremelerinde görev alması, evrimcilerde bu canlıların aynı soydan geldikleri sanısını ortaya çıkarmıştır. Bundan çok daha önemli bir gerçek olan, her hayvan türünün kendine özgü bir DNA yapısına sahip olması ise, gözardı edilmektedir. DNA yapısının çok karmaşık olduğunu daha önce anlatmıştık. Böyle bir yapı, durup dururken oluşmaz. Bir canlı DNA’sının, bir başka canlı DNA’sına dönüşmesi de olanaksızdır. DNA’nın yapısı, bu tip değişmelere olanak vermeyecek biçimde tasarlanmıştır. Yaratılış modeli için, DNA’nın varlığından ve işlevinden daha açık bir kanıt düşünülemez.


Canlı organizmadaki diğer kimyasal bileşiklerden gamma globülin, insülin, sitokrom C, hemoglobin gibi proteinler de karşılaştırma amacıyla incelenmiştir. Birçok canlı türündeki bu moleküllerin yapıları değişik tekniklerle karşılaştırmalı olarak çözümlenmiştir. Birçok istisnaları olmakla beraber, genelde çeşitli canlıların bu molekülleri arasındaki benzerlikler, canlılar arasındaki anatomik ve büyük morfolojik benzerlikler gibidir.


Bütün bu benzerlikler yaratılış modelince beklenmekte olduğundan, kesinlikle evrime kanıt olarak gösterilemezler. Moleküler taksonomideki bu çalışmalar, morfolojik taksonomi üzerindeki daha eski bilgilere yeni olguları ekleyerek başlangıçta yaratılan türlerin gerçek sınırlarını bulmak için yararlı olabilir. Değişim ve mutasyon olayları bu sınırları aşamazlar.


4. Davranış Benzerlikleri

Hayvanların hareketlerindeki benzerlikler, bazen akrabalığın kanıtı olarak gösterilmektedir. Ancak, buna örnek bulmak çok zordur. Tersine farklı davranışlara daha çok rastlanmaktadır. Birbirine çok yakın olan türlerde bile, oldukça farklı alışkanlıklar ve içgüdüler vardır. Davranışlarda gerçekten varolan bu tip benzerlikler, yaratılış modeli tarafından daha iyi açıklanabilmektedir.


5. Aldatıcı Benzerlikler

Birbirlerine oldukça benzeyen o kadar çok durum vardır ki, evrimciler bile bunların aynı soydan geldiklerine inanmamakta ve bunları yakınlaşma ya da taklit etme olarak değerlendirmektedirler.


Yakınlaşma ya da paralellik, akraba olmayan hayvanlardaki benzer özelliklerin, paralel ve bağımsız biçimde evrimleşmesi olarak düşünülmektedir. Örneğin, sineklerde, uçan sürüngenlerde, kuşlarda ve yarasalarda kanatların kanatsız dört farklı soydan ve birbirinden tamamen bağımsız dört farklı zamanda evrimleştiğine inanılmaktadır. Yapı olarak çok benzemelerine karşın, mürekkepbalığı gözünün, diğer balıkların gözünden bağımsız olarak ortaya çıktığı ileri sürülmektedir. Balinanın biçimi balığa benzemesine karşın, bir kara memelisinden oluştuğu ileri sürülmektedir. Yakınlaşmaya ait birçok başka örnek vardır.


Taklit (mimicry), bir organizmanın, aynı çevreye karşı korunmak için başka bir organizmanın renk ya da şekline benzemeye çalışması olayıdır. Taklit örneklerinin çoğuna böcekler arasında rastlanır.


Evrimciler, yakınlaşmayı ve taklit etmeyi, evrim teorisinin zorlandığı durumlarda yüzeysel benzerlikleri açıklamak için kullanmaktadırlar. Örneğin, balinanın memeli olması onun balığa benzemesinden daha önemlidir.


Organizmaların arasında ortak bir atayı göstermeyen birçok benzerlikler olduğuna göre, herhangi bir benzerliğin aynı soydan gelindiğinin kanıtı olduğunu nereden bileceğiz?


Yaratılış modelinde bu tip sorunların olmadığını hatırlatmak isteriz. Bu model, birçok benzerlikler ve farklılıklar olabileceğini ve bu benzer özelliklerin aynı işlevleri yerine getirmek için verildiğini belirtmektedir. Örneğin, hem kuşların hem de yarasaların uçmaları gerekmektedir. Bunun için Yaratıcı her ikisini de kanatlı yaratmıştır. Bu kavram, hem yakınlaşma, hem de taklit olaylarına eşit derecede uygulanabilir. Bütün canlılar, farklı işlevleri yerine getirmek için farklı özelliklerle ve benzer işlevleri yerine getirmek için de benzer özelliklerle, birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılan türler olarak yaratılmışlardır.


Körelmiş Organlar ve

Embriyonik Aşamaların Evrimsel Evreleri Yinelemesi

Bugün yaşayan organizmalarda hâlâ varolan ve daha önce evrimle köreldiğine inanılan bazı yapılar uzun yıllardan beri, Darwin’den önce bile, evrime kanıt olarak gösterilmiştir. Geçmişten kalan bu yapı ve özellikler, iki ana grupta toplanmaktadır. Bunlardan birisi körelmiş organlar, diğeriyse embriyonun gelişme aşamalarında, evrimleşerek geldiğine inanılan atalara benzerliğidir. Bunların daha önce oluşmuş bir evrimi gösterdiği, ama bugün yaşayan canlılar tarafından artık kullanılmadığı ileri sürülür.


Bu özellikler gerçekten varsa, yaratılış modeli bunları, Termodinamiğin İkinci Yasası’nın bir sonucu olan “bozulma” ilkesiyle açıklayabilir. Bu özellikler evrimin öngördüğü daha karmaşık bir düzene doğru değil, daha az düzenli duruma doğru bir bozulma göstereceklerdi. Bu durumda yaratılış modeli, böyle özellikleri başlangıçta öngörmemesine karşın, bunları en azından evrim modeli kadar iyi açıklayacaktır. Aslında evrim modeli de bunları öngörmemiştir.


Aslında bu tip olayların olduğu kuşkuludur. Bu konuları aşağıda kısaca ele alacağız.


1. Körelmiş Organlar

İnsanlarda ve çeşitli hayvanlarda bulunan bazı organların, daha önceki evrim evrelerinde yararlı olduğuna, ama sonradan körelerek yararsızlaştığına uzun süre inanılmıştır. Ancak, bu kanıt artık güvenilir bulunmamaktadır. Çünkü, önceden ileri sürülen “körelmiş” organların hemen hepsinin, özellikle insandakilerin, kesinlikle yararlı oldukları ve hiç körelmiş olmadıkları son yıllarda kanıtlanmıştır. Daha önceleri evrimciler, insanda yaklaşık 180 kadar körelmiş organın bulunduğunu ileri sürdüler. Ancak bugün, bunların hemen hiçbirisi için böyle savlar ortaya atılmamaktadır. Söz konusu organlar arasında tiroit bezi, timüs, kuyruk kemiği, hipofiz, kulak kasları, bademcikler ve apandis sayılmaktaydı. Şimdi bunların tamamen yararlı oldukları ve birtakım yaşamsal işlevleri yerine getirdikleri bilinmektedir.


Bu açıdan, herhangi bir organın körelmiş bir kalıntı olduğunu ileri sürmemek daha mantıklı görünmektedir. Bilim adamlarının böyle organların görevlerini bilmemeleri, bunların gereksiz olduklarını kanıtlamaz. Bu alanda yapılacak daha yoğun incelemeler, yararsız oldukları sanılan bazı organların da birtakım özel işlevleri yerine getirdiklerini, büyük bir olasılıkla açığa çıkaracaktır.


Bozulmayı gösteren bazı örneklerse, evrim açısından oldukça zayıf örneklerdir. Bunlar, bozulma değişimleridir ve zararlı mutasyonların sonucu olabilirler.



2. Embriyonik Aşamaların Evrim Zincirindeki Ataları Göstermesi Teorisi

Eski bir evrim klişesi olan,“Ontojenez, filojenezi özetler” sözü “biyogenetik yasa”nın da en yaygın tanımıdır. Ontojenez, embriyonun gelişmesi, filojenez ise, hayvan türünün hayali olarak evrimleşerek gelişmesidir. Örneğin, insan embriyonunun yaşama bir deniz protozoanı olarak başladığı, bu ortamda, tüp şeklinde atan bir yüreğe sahip olan bir solucana geliştiği, sonra solungaç yarıkları ve iki gözlü kalbi bulunan bir balığa, daha sonra, üç gözlü bir kalbi ve mezonefroz bir böbreği olan bir amfibyuma, bundan sonra da, dört gözlü kalbi, metanefroz böbreği ve kuyruğu olan bir memeliye ve sonunda insana dönüştüğü öğretiliyordu! Buna göre, insan embriyonu, geçirdiği önemli aşamaları yineleyerek, önceki evriminin izlerini korur.


Bu garip düşünce, şu temele dayanmıştır: Yetişkin bir hayvan türünün embriyonu, şimdiki durumuna erişmeden önce, geçirdiği bütün evrim aşamalarını tekrarlamak zorundadır.


Moleküler genetik alanındaki son çalışmalar, böyle kavramların yanlışlığını göstermiştir. Bir insanın DNA’sı, bir balık DNA’sı olmadığı gibi, bir balığınkine sonradan ekler yapılmış bir DNA da değildir. Bir türün DNA’sı, sadece kendi türünü oluşturmak üzere programlanmıştır. Geçici de olsa, diğer türleri oluşturamaz.


Oluştuğu sanılan evrim basamaklarıyla, embriyonun geçirdiği aşamalar karşılaştırıldığı zaman, o kadar çok eksiklik, ek ve terslik var ki, “embriyonik aşamaların, evrim geçiren atalarını gösterdiği”biçimindeki düşünceyi, yasa gibi kabul etmek olanaksızdır. Görünürdeki birkaç benzerlik bile, tamamen yüzeyseldir ve hiçbir şekilde söz konusu teorinin doğruluğunu göstermez.


Bu benzerliklerin en ünlüsü ve çarpıcı olanı, kuşkusuz, insan embriyonik gelişmesinin “balık” aşamasında “solungaç yarıkları” sanılan yapıların bulunmasıdır. Bu evrimin evrelerini gösterme olayı tamamen yüzeyseldir. Aslında insan embriyonunun hiçbir aşamasında gerçek anlamda solungaç ya da solungaç yarığı görülmez. İnsan embriyonunda balık kuyruğu, yüzgeci ve balıklarda bulunan diğer yapıların hiçbirisi oluşmamakta, yani embriyon balık aşamasından geçmemektedir.


İnsan embriyonunda, balık embriyonundaki gibi, gırtlak keseleri oluşur. Daha sonra bunlar, balıkta solungaçlara dönüşür. İnsanda ise östaki borularını, timüs ve paratiroit bezlerini oluştururlar. Bunlar gelişirken, kan damarlarının olgunlaşmasına öncülük ederler. Dolayısıyla bunlar, yararsız, körelmiş yapılar olarak değerlendirilemezler.


Böbreğin, kalbin ve diğer özelliklerin oluşumunda da aynı şeyi söyleyebiliriz. Bütün embriyonların, gelişmelerinin her aşamasında sahip olduğu yapıların embriyonik büyümede önemli görevleri bulunduğu, yapılan araştırmalarla ortaya konmaktadır. Bu aşamaların hiçbirisi evrimden kalma gereksiz bir aşaması değildir. Tümü şimdiki organizmanın gelişmesi için gerekli olan aşamalardır. Yaratılış modeli, embriyon aşamalarının özenli tasarımı ve düzeni göstermelerini beklemektedir ve olan da budur.


Evrimsel evreleri gösterme teorisini, bugün çok az sayıda embriyoloji bilgini kabul etmektedir. Yine de, evrimi savunan birçok ünlü bilim adamının, bu düşünceyi evrimin kanıtı olarak göstermeyi sürdürmeleri şaşırtıcıdır. Aslında embriyoloji ya da paleontoloji konusunda geniş bilgileri olan bilim adamları onu kanıt olarak kullanmaz. Örneğin, Columbia Üniversitesi biyologlarından Bock, bu embriyon teorisini popüler hale getiren ve Charles Darwin’le aynı tarihlerde yaşamış olan Haeckel’in çalışması üzerine yayınladığı incelemesinde, “...sonradan çok sayıda bilim adamı tarafından bu teorinin yanlış olduğu gösterilmiştir”12 demektedir.


Fosil Kayıtlarındaki Sistematik Boşluklar

Organizmalar arasındaki benzerlik ve farklılıkların aynılarının canlılarda olduğu gibi, fosillerde de bulunması önemlidir. Türler arasındaki aynı boşluk tipleri, günümüzdeki bitkiler ve hayvanlar için yapılan Linne sınıflandırma sisteminde varolduğu gibi, fosil kayıtlarında da vardır.


Daha önce gördüğümüz gibi, evrim modelinin görüşü geçerli olsaydı, canlı organizmalarda birbirinden kesin sınırlarla ayrılan kategorilerden çok, yatay bir devamlılığın bulunması gerekirdi. Türler arasındaki boşluklar, değişik geçitler için, özel çevreler ve seçilim tarihleri ileri sürerek, birtakım varsayımlarla ancak açıklanabilir.


Fosil kayıtlarındaki boşluklar, daha başka ikincil varsayımlar gerektirmektedir. Her bir fosilin organizmasıyla onun evrimleştiği ataları arasında en azından dikey bir devamlılık olmalıdır. Böyle geçiş fosillerinin bulunmaması evrim modelinin değil, yaratılış modelinin bir beklentisidir. Bu boşluklar, günümüzün canlıları arasındaki boşlukların açıklandığı gibi, “geçiş formları hiç yaşanmadı” diyerek geçiştirilemez. Evrim modeli, geçiş formlarının fosilleşmesini ya da fosillerin bulunmasını engelleyen birtakım özel koşullar varsaymak zorunda kalmaktadır.


Yaratılış modeliyse, hiçbir ikincil varsayıma gerek duymaz. Yaratılış modeli, fosil kayıtlarında sistematik boşlukların olacağını ve bunların günümüz dünyasında varolan boşluklara benzeyeceğini öngörür. Benzer işlevler için benzer yapıların ve farklı işlevler için de farklı yapıların verilmesine dayanan yaratılış ilkesi, hem yaşamakta olan, hem de soyu tükenmiş canlılara aynen uygulanır. Fosil kayıtları, gelişigüzel olayların, şansa bağlı ürünlerinin bir koleksiyonu da olamaz. Soyu tükenmiş olan hayvanlar bile (soyun tükenmesi gelişimin değil, bozulmanın bir örneğidir) yaratılmış ilk canlıların bir kısmını oluşturur.


Evrim olayı gerçekse, sınıflandırma sistemi de, evrime koşut olarak, zaman içinde devamlı değişmiş olmalıdır. Tüm bitki ve hayvanlar, gelişigüzel değişiyorlarsa, sınıflandırma kategorilerinin de benzer biçimde değişmesi gerekirdi. Oysa, klâsik jeolojide öğretilen jeolojik çağların varolduğu kabul edilse bile, sınıflandırma kategorileri başlangıçtan beri değişmeden kalmıştır. Bu konuda aşağıdaki özellikleri göz önüne alınız:


1. Kambriyen döneminden itibaren bütün alem ve alt alemler jeolojik kayıtlarda yer almaktadır.


2. Hayvanlar aleminin bütün filumları Kambriyen döneminden beri görülmektedir.


3. Hayvanlar aleminin bütün sınıflarına Kambriyen’den beri rastlanmaktadır. Ancak şunlar hariç:


a) Yosun - mercanlar (Ordovisyen’den itibaren)

b) Böcekler (Devoniyen’den itibaren)

c) Graptolitler (Kambriyen ile Karbonifer arası)

d) Trilobitler (Kambriyen ile Permiyen arası)


4. Bitkiler aleminin bütün filumları Trias döneminden beri görülmektedir. Ancak şunlar hariç:


a) Bakteriler, su yosunları, mantarlar (Kambriyen öncesinden itibaren)

b) Yosunlar ve eğreltiler (Silüryen’den itibaren)

c)Tohumlu bitkiler (Karbonifer döneminden itibaren)

d) Diyatomeler (Jura döneminden itibaren)


5. Bütün takımlar ve familyalar (alemler, filumlar ve sınıflar gibi) geçiş formlarıyla ilgili hiçbir belirti olmaksızın fosil kayıtlarında birden ortaya çıkarlar. Cins ve türlerin çoğunda bile bu durumu görmek olasıdır.


Önde gelen evrimcilerin aşağıdaki sözleri de, bitki ve hayvan formlarının çoğunun, fosil kayıtlarında birdenbire ortaya çıktığını doğrulamaktadır. Bu temel türler arasında geçiş formlarını gösteren hiçbir kanıt da yoktur.

Bu örneklere karşın, her paleontoloji bilgininin bildiği gibi, birçok yeni tür, cins, familya ve familyadan üst seviyedeki diğer bütün kategoriler, fosil kayıtlarında birdenbire ortaya çıkarlar ve bildiğimiz biçimde aşamalı ve sürekli geçiş dizilerine rastlanmaz.”13

Artık fosil kaydının sınırlılığı için özür dilemeye gerek kalmadı. O sıralayamayacak kadar zengin olmuştur ve yeni buluşların hızı, onları sıralayabilecek hızı aşıyor.... Yine de, fosil kaydının çoğu boşluklardan oluşmaktadır.”14

Jeolojik kayıtlardan anlayabildiğimiz kadarıyla, jeolojik devirlerde, köklü değişimlerin genellikle “aniden” ortaya çıktığı gözleniyor.... Sınıflandırmanın takım ve sınıf gibi büyük alt bölümleri arasındaki geçiş formlarına ait fosiller, nadiren görülür.”15

Daha anlaşılır olmak amacıyla, büyük türler arasındaki geçişlerin her zaman atlandığını, daha ayrıntılı olarak belgelemeyi sürdürüyoruz. Aşağıda sıralanmış önemli boşlukları dikkate alınız:


1. Protozoalardan (Tek hücreliler) Omurgasız Metazoalara

En önemli fosil boşluklarından biri, Prekambriyen (Kambriyen öncesi) katmanlarında bulunan tartışmalı tek hücreli mikroorganizmalar ve tuhaf “Ediacaran” fosillerle, Kambriyen’de bol miktarda bulunan karmaşık deniz omurgasızları arasındaki durumdur.

Trilobitler gibi eklem bacaklıların da karmaşık türlerini kapsayan birçok farklı organizmanın Kambriyen’de bulunması şaşırtıcıdır.... Kayıtlarda bol miktarda bulunan bu canlılar, basit yapıda olsalardı, bu gerçek o kadar şaşırtıcı olmazdı. Böyle karmaşık organik türler, niçin yaklaşık 600 milyon yaşındaki kayalarda bulunuyorlar da, ondan 2 milyar yıl önceki kayıtlarda bunlara hiç rastlanmıyor?... Yaşam evrime uğramışsa, Kambriyen’den daha yaşlı kayalarda bulunması gereken fosillerin bulunmaması neyle açıklanacaktır?16

Jeoloji ve evrimin çözülememiş sorunlarından birisi de Kambriyen alt kayalarında çeşitli çok hücreli deniz omurgasızları bulunurken, daha yaşlı kayalarda bunların olmamasıdır. Kambriyen’in başlangıç dönemine ait fosiller şunlardır: Porifera(süngerler), Coelenterata(mercanları, denizhıyarlarını, denizanalarını kapsayan filum), brakiopodlar, Mollusca(salyangoz, deniz tarağı), ekinoidler (derisi dikenliler) ve eklem bacaklılar. Bunların yüksek derecede organizasyonu bu organizmaların, fosil kayıtlarında görülmeden önce uzun bir evrim dönemi geçirmiş olduklarını gösteriyor. Ancak, ilk Kambriyen fosillerinin atalarını bulmak için Kambriyen öncesi kayalarını incelediğimiz zaman, bunlara hiçbir yerde rastlamıyoruz.”17

Başlıca hayvan gruplarının ortaya çıkışlarını yaratılışla değil de evrimle açıklamaya kalkıştığımız zaman, Kambriyen öncesi kayalarında filumların hiçbirisinin tek üyesine bile rastlanmadığı için, geçmişte Darwin’i olduğu gibi bugün de bilim adamlarını aciz bırakan bir durumla karşı karşıya kalırız.”18

Tek hücreli mikroorganizmalarla, Kambriyen’de yüksek derecede karmaşık yapılar ve türlerdeki omurgasız filumlar arasında çok büyük bir boşluk olduğu açıktır. İleri sürüldüğü gibi, tek hücreliler karmaşık yapılı canlılara evrimleşmişseler, aralarında geçiş formlarının bulunmaması ve bunların fosillerinin günümüze kalmaması olanaksızdır. Aslında bu boşlukların yaratılmış türler arasında bulunan doğal boşluklar olduklarını söylemek daha mantıklıdır. Her canlının, yaratılış amacına uygun bir yapısı vardır. Bu yapının oluşumu, rastlantısal olamaz.


2. Omurgasızlardan Omurgalılara

Omurgasızlardan omurgalılara evrimleşerek gerçekleşen bir süreçte milyarlarca hayvanın yer alması gerekirken, şimdiye kadar böyle bir tek fosil bile bulunamamıştır. Omurgasızların iç kısımlarında yumuşak bölümler, dışlarında ise sert kabuklar vardır. Omurgalıların ise iç kısımları sert (iskelet), dış kısımları ise yumuşaktır. Biri diğerine acaba nasıl evrimleşmiştir? Bu konuyla ilgili hiçbir kanıt yoktur.


İlk” omurgalıları, Osteostrakive Heterostrakigibi balık takımları oluşturmaktadır. Konuyla ilgili olarak, omurgalılar konusunda önde gelen paleontoloji uzmanlarından olan Harvard Üniversitesi’nden Dr. Alfred Romer şöyle der:

Silüryen döneminin sonlarına ve Devoniyen döneminin başlarına rastlayan devirdeki tortularda, çeşitli tipte ve çok sayıda balığa benzer omurgalı vardır. Dolayısıyla, bu zamandan önce uzun bir evrim döneminden geçilmiştir. Fakat biz bu dönem hakkında bir şey bilmiyoruz.”19

Bu, balıklarla balıkların ataları oldukları kabul edilen omurgasızlar arasında bağlantı sağlayacak hiçbir fosil kaydının olmadığı anlamına gelmektedir. Bu durumda omurgalılarla omurgasızların başlangıçta ayrı ayrı yaratıldıklarına inanmak, daha mantıklı görünmektedir.


3. Balıklardan Amfibyumlara

Bir sonraki önemli evrim basamağının, balıklardan amfibyumlara geçişi kapsadığı varsayılmaktadır. Böyle bir olay balık yüzgecinin kurbağanın ayağına dönüşmesini ve sayısız başka dönüşümün oluşmasını gerektirir. Ancak bugüne kadar, yüzgeçleri kısmen ayağa ya da bir başka geçiş özelliğine dönüşmüş hiçbir yarı balık-yarı amfibyum fosiline rastlanmamıştır.


Bir Crossopterygian(yassı yüzgeçli balık) olan Coelacanth (“silekant”),uzun süre böyle bir geçiş formu için kanıt gösterildi. Bu canlının yüzgeçlerinin üzerinde rastlanan çıkıntılı yapılar, amfibyumlara doğru bir geçişin başlangıcı olarak düşünülmüştü. Bu geçişle birlikte, Labyrinthodontolarak bilinen ilkel bir amfibyuma dönüştüğü düşünülürdü. Silekantların ise bu geçişi Mezozoik (İkinci) zamanda tamamladıklarına inanılmıştı. Çünkü, bu devirden sonra hiçbir fosil bulunamamıştır.


1938’de, bu yassı yüzgeçli balıkların Madagaskar yakınındaki sularda hala yaşadıkları ortaya çıktığında evrimciler çok şaşırdılar.

Silekantlar, milyonlarca yıl boyunca, aynı biçim ve yapıyı korudular. Evrimin en büyük sırlarından biri de, budur.”20

Geçiş olayının başladığı milyonlarca yıl önceki yapılarını aynen korudukları halde, bu balıkların amfibyumlara nasıl dönüşebildiklerini anlamak oldukça zordur. Ayrıca, geçiş formu olabilecek başka aday da yoktur. Çünkü kara hayvanlarıyla çeşitli yönlerden benzerlikleri olan akciğerli balık, “yürüyen yayın balığı” ve diğer balıklar daha önceden çeşitli nedenlerden dolayı evrimciler tarafından tümüyle konu dışı bırakılmışlardı.


4. Amfibyumlardan Sürüngenlere, Sürüngenlerden Memelilere

Amfibyumların sürüngenlere ya da sürüngenlerin memelilere evrimleşmesi konusuna, fosil kayıtları çok az ışık tutmaktadır. Bunların hepsi iskelet yapıları birbirine benzeyen dört bacaklı omurgalılardır ve dolayısıyla fosil kayıtları, aralarındaki farkı gösterecek çok az ipucu verirler. Bugün yaşayan hayvanlar arasında öyle sürüngenler vardır ki, kemik parçaları bazı amfibyumlara, bazılarınınki ise memelilere çok fazla benzemektedir. Amfibyumlar, sürüngenler ve memelilerin fizyolojik işlevlerinin yanı sıra, dış özellikleri ve görünümleri de birbirlerinden tamamen farklıdırlar. Ancak, fosiller bu farklılıkları gösterememektedirler.


Yani, belli bir fosilin, bir sürüngen mi yoksa bir memeli mi olduğunu söylemenin zorluğu, bu ikisi arasında evrim açısından bir geçiş olduğu anlamına gelmez. Bir hayvanın, sadece iskeletini değil de tamamını görebilseydik, hangi hayvan olduğunu kolayca belirleyebilirdik.


Çeşitli amfibyum, sürüngen ve memeli takımlarından her birinin fosil kayıtlarında birdenbire ortaya çıkmaları çok daha önemli bir gerçektir. Bunlar arasında herhangi bir geçiş formuna ve ilkel yapılara rastlanmamaktadır.


Örneğin, paleontoloji uzmanı George Gaylord Simpson, sınıflandırma sistemindeki memelilerin 32 takımından her birinin, bütün kökensel özellikleriyle, fosil kayıtlarında aniden ortaya çıktığını bildirir. Simpson, konuyla ilgili olarak şöyle der:

Geçiş formlarının yokluğu, sadece memelilere özgü bir durum değildir. Nitekim bu özellik, paleontoloji uzmanları tarafından, uzun zamandır neredeyse evrensel bir olay olarak belirtilmektedir.”21

Bu memeli takımlarına örnek olarak kemirgenleri ele alalım. Kemirgenlere ait tür ve cins sayısı, diğer memelilerin toplam tür ve cins sayılarından fazladır. Bu yüzden en fazla geçiş formu olma olasılığı taşıyan hayvanlar kemirgenlerdir. Ancak, paleontoloji uzmanı Alfred Romer bu konuda şöyle der:

Kemirgenlerin kökeni karanlıktır.... Belki de, böcekçil, plasentalı bir soydan geldiler. Ancak, bu konuda hiçbir geçiş formu bilinmemektedir.”22

En eşsiz memeli kanatları olan yarasadır. Bunun, hangi memeli ya da sürüngen soyundan gelirse gelsin, ortaya çıkması için sayısız geçiş formunun bulunması gerekir. Oysa, böyle hiçbir geçiş formu bulunamamıştır.23


5. Sürüngenlerden Kuşlara

Genelde bütün evrimciler, sürüngenleri, kuşların ataları olarak kabul ederler. Ünlü Arkeopteriks’ekarşın, bu geçişi doğrulayan hiçbir fosil kaydı yoktur. W. E. Swinton bu konuda şu itirafta bulunur:

Kuşların kökeni büyük ölçüde bir tümdengelim meselesidir. Sürüngenden kuşa değişim aşamalarını gösteren önemli bir fosil kaydı yoktur.”24

İlgi çekici fosil Arkeopteriks, değişik özelliklere sahiptir. Bu canlının bazı nitelikleri sürüngenlere (örn. diş), bazıları da kuşlara (örn. kanat ve tüy) benzemekteydi. Bundan dolayı, bu canlı iki ana hayvan sınıfı arasında evrimin örneği olarak, evrimci ders kitaplarında devamlı olarak sunulmuştur. Fosil dünyasında bir geçiş formu varsa, bu Arkeopteriks’dir. Nitekim Dunbar bu konuda şöyle demektedir:

İki hayvan grubu arasında bundan daha yetkin bir geçiş formu ya da kuşların atalarının sürüngenler olduğunu göstermek için daha güçlü bir kanıt bulmak zordur.”25

Oysa, aynı yazar Arkeopteriks’in kısmen bir sürüngen değil, yüzde yüz bir kuş olduğunun farkındadır ve aynı paragrafta şöyle der:

... tüylerinden dolayı tam bir kuş özelliği taşımaktadır.”26

Arkeopteriks’in kanatlarındaki tüylerin fosilleşmiş kalıntıları bulunmuştur. Bu da bu canlının pullu, soğukkanlı bir sürüngen değil, sıcakkanlı olduğunu gösterir.


Dolayısıyla Arkeopteriks sürüngen - kuş geçiş formu değil, bir kuştur. Bu, dişi olan, soyu tükenmiş bir kuştur. Kuşların çoğunun dişi yoktur. Ancak, Yaratıcı’nın bazı kuşları dişli yaratması zor bir iş değildir. Nitekim bazı sürüngenlerin dişleri vardır ve bazılarının yoktur. Aynı durum balıklar, amfibyumlar ve memeliler için de söz konusudur. Bunların da bazılarında diş varken, bazılarında yoktur. Hatta aynı durum ilk kuşlar için de geçerlidir. Bazı nedenlerden dolayı dişli yaratılmış olanların soyu tükenmiştir.


İleri sürüldüğü gibi Arkeopteriks bir geçiş formuysa, bu canlıyla varsayılan sürüngen ataları arasında çok sayıda geçiş formlarının olması gerekir. Pul ile tüy arasında bir özelliğe ve kolla kanat arasında bir yapıya sahip bir fosil niçin hiç bulunamamıştır? Bu çeşit hayvanlar çok sayıda ve uzun süre yaşamış olmalıdırlar. Ancak, fosillerine rastlanmamıştır. Hatta uçan sürüngenlerle bunların kanatsız sürüngen ataları arasında yer alan formların fosillerine bile rastlanmamıştır. Bu durum, evrim modelinin içinden çıkamayacağı bir gerçektir. Yaratılış modeliyse, her canlı grubunun ayrı yaratılmış olduğunu kabul ederek böyle bir çıkmaza girmemektedir.



6. Böceklerin Kökeni

Gelişmiş yapıdaki hayvanların evrimsel kökeni belirsizken, böceklerin kökenleri tümüyle karanlıktır. Böceklerin türleri ve sayıları çok fazla olmasına karşın, evrimleşerek herhangi bir atadan geldiklerine ilişkin ipucu sayılabilecek hiçbir fosil yoktur.


Aslında, böcek fosilinin bulunması şaşırtıcıdır. Ne var ki, birçok böcek kehribar, kömür ve volkanik küller gibi materyaller içinde fosilleşmişlerdir. Bütün bu çökeltilerin aniden oluşmuş olmalıdırlar. Aksi takdirde, böcek fosilleri bu kadar uzun süre kalamazlardı.


Bilinen böcek fosillerinin en önemli özelliği, günümüzde de yaşayan böceklerin yapısına çok benzemeleridir. Bununla birlikte çok defa bunlar, günümüzdeki akrabalarından daha büyüktürler. Dev kız böcekleri, dev hamamböcekleri ve dev karıncalar gibi benzerleri vardır. Aslında bunların biçimi günümüz böceklerinden farklı değildir.

...günümüzdeki böcek toplulukları, önceki çağlarda yaşamış olanlara önemli ölçüde benzemektedir. Günümüzde yaşayan böceklerin bütün ana takımları, geçmişin oligosen ormanlarında bulunmaktaydılar. Bazı belirli türler o zamandan beri 70 milyon yıl boyunca ya çok az değişmişler ya da hiç değişmemişlerdir.”27

7. Bitkilerin Kökeni

Paleobotanik (Bitki fosilleri) çalışmaları, evrimcileri, geçmişte yaşayan hayvanlar üzerinde yapılan çalışmalardan daha çok hayal kırıklığına uğratmıştır. Michigan Üniversitesi’nden C. A. Arnold önde gelen bir paleobotanik uzmanıdır ve konuyla ilgili eserinde şöyle der:

Varolan bitki gruplarının gelişme süreçleri sırasında geçmiş oldukları aşamalardan bazılarının, soyu tükenmiş bitkiler tarafından da gösterilebileceği, uzun süre umut edilmiştir. Ancak, paleobotanik araştırmaları, yüz yılı aşkın bir süredir devam etmesine karşın, bu umudu çok az bir dereceye kadar gerçekleştirebilmiştir. Şimdi, tek bir grup bitkinin bile başlangıçtan günümüze kadar olan filojenez (soy oluş) tarihini izleyememekteyiz.”28

Benzer şekilde, Cambridge Üniversitesi Botanik Bölümü profesörlerinden Corner, evrimci olmasına karşın şöyle der:

...önyargısızca düşündüğümde, bitkilerin fosil kaydının, yaratılışın lehine olduğunu görüyorum.”29

8. Jeolojik Devirler Boyunca Canlı Türlerinin Sürekliliği

Organik dünyadaki bütün filum ve sınıfların yaşamının başlangıcından beri, özde hiçbir değişiklik göstermediklerini ve hatta takımların, birçok familyanın, cinslerin ve türlerin bile, fosil kayıtlarında birdenbire görüldüklerini ve herhangi bir ilkel biçimlerinin bulunmadığını daha önce anlatmıştık.


Büyük organizma kategorilerinin sürekliliği ve sınıflandırma sistemindeki bu değişmezlik, evrim modelinin değil, yaratılış modelinin beklentisidir. Bu durum şansa bağlı değişim ve doğal seçilimden çok, yaratıcı amaç ve düzene tanıklık eder.


Aşağıdaki liste, canlı organizmalarla fosil organizmaların temel benzerliklerini göstermek için, özellikle çağımızdaki hayvanların eskiden yaşamış olanlarla çok önemli farklılıklar göstermediğini ortaya koyması bakımından ilgi çekicidir.


Fosil Topluluklarının Sürekliliğine Bazı Örnekler


Kambriyen Öncesi: Deniz yosunları, bakteriler, mantarlar

Kambriyen: Süngerler, salyangozlar, denizanaları

Ordovisyen: Deniztarakları, beşparmaklar, solucanlar

Silüryen: Engerekler, mercanlar

Devoniyen: Köpek balıkları, akciğerli balıklar

Karbonifer: Eğreltiotları, hamamböcekleri

Permiyen: Kınkanatlı böcekler, kız böcekleri

Trias: Çamlar, palmiyeler

Jura: Timsahlar, kaplumbağalar

Kretase: Ördekler, pelikanlar

Paleosen: Sıçanlar, kirpiler

Eosen: Lemurlar, gergedanlar

Oligosen: Kunduzlar, sincaplar, karıncalar

Miyosen: Develer, kurtlar

Pliyosen: Atlar, filler

Pleistosen: İnsan



Yukarıdaki liste kolayca uzatılabilir. Verilen örnekler ayrıntılı değil, tipiktir. Bu özette de açıkça görülüyor ki, yaratılmış türler içinde birçok değişiklik oluşabilmesine karşın, bu türlerin başlangıçtan beri değişmediği açıktır (soyu tükenenler dışında). Türler içindeki değişimler, Yaratıcı’nın tasarlayıp yarattığı genetik değişim potansiyelinin aracılığıyla, çevre koşulları sonucu işletilmesindendir.


9. Canlı Fosiller

Geçmiş devirlerde yaşayıp daha sonra soyunun tükendiği sanılan bazı organizmaların, günümüzde de yaşadığı ortaya çıktı. Yakın zamandaki bu beklenmeyen buluşlara kadar, bu organizmaların bazılarının yüz milyon yıl öncesinde soylarının tükenmiş olduğu düşünülüyordu. Bunlar önceden, içinde bulundukları katmanın yaşını ölçerken “tanımlayıcı(indeks) fosiller”olarak kullanılmaktaydı. Bu “canlı fosillerin”tanımlayıcı fosiller olarak kullanılmasına, yaşamakta oldukları görülür görülmez son verilmek zorunda kalındı. Bu fosillerin milyonlarca yılda oluştuğu varsayılan üst katmanlarda bulunmamalarına karşın, organizmalar kesinlikle bir yerde yaşamaktaydılar.

Bu canlı fosillerin ilk biçimleriyle günümüzdekiler arasındaki değişiklik o kadar azdır ki, evrim modelinin gerçekten geçerli olduğuna inanmak çok zordur. Bir organizmayı yüksek derecede karmaşıklığa kadar evrimleştiren ve sonra bu evrimleşmeyi durduran nedir? Kaldı ki, böyle bir evrimleşmenin kanıtı olan hiçbir fosil kaydı da yoktur. Belki de bu anlatılanlar içinde en tuhafı, ilk aşamada evrimleştiği sanılan tek hücreli organizmaların da, bu yaşayan fosiller arasında yer almasıdır.

Son on yılda, tek hücreli organizmalar arasında çok eski zamanlara ait organizmaların bulunması, oldukça ilgi çekicidir. Bunlar arasında Prekambriyen fosillerine eşit türler, zamanımızda da bulunmaktadır. Bunların içinde önceleri fosil olarak bilinen ve daha sonra yaşadıkları saptanan önemli ve yetkin bir tür, Güney Ontario’nun Gunflint Iron formasyonunda elde edilenidir. Bu yaklaşık 1,9 milyar yıl yaşındadır.”30

Bu, evrimin durgunluğuna çok ilginç bir tanıklıktır!


Diğer canlı fosiller arasında şunları sayabiliriz:


Tuatara(gagalı sürüngen): Kretase’den beri “soyu tükenmiş”

Coelacanth(Silekant)(yassı yüzgeçli balık): Kretase’den beri “soyu tükenmiş”

Neopilina(bölümlü yumuşakça): Devoniyen’den beri “soyu tükenmiş”

Lingula(brachiopod kabuklu

deniz hayvanı): Ordovisyen’den beri “soyu tükenmiş”

Metasequoia(erken sekoya): Miyosen’den beri “soyu tükenmiş”


Tanımlayıcı fosiller olarak en çok küçük deniz hayvanları kullanıldığı ve okyanusların derinlikleri daha az araştırıldığı için, bunların bazıları hâlâ yaşıyor olabilirler.


Bu durumda, evrim modeli fosil kayıtlarındaki bu sistematik, düzenli boşlukları nasıl açıklamaktadır? Yaratılış modeli bu boşlukları öngörmektedir. Ancak evrim modeli, bunları beklemediği için bazı ikincil varsayımları ortaya atmak zorunda kalmıştır. Elimizdeki fosil zenginliğinden dolayı, Darwin’in kendi çağında söylediği, “Bu boşlukların gelecekte ortaya çıkarılacak fosil kayıtlarıyla doldurulabileceği” sözlerini söylemek de artık olanaksızdır.


Genelde şu varsayımlar ileri sürülmektedir:

1. Evrimleşme küçük, diğerlerinden ayrı topluluklarda olmuştur.

2. Mutasyon hızı, geçici olarak artmış olan çevre radyasyonu nedeniyle hızlanmıştır.

Bir topluluk ya da türün baskın çekirdek özelliklerinin öncelikle evrimleşmiş olmasına ender rastlanır.”31

Evrimsel değişimler, kısmen genetik mutasyonların sonucu olduğundan, iyonlaştırıcı radyasyon akışındaki bir artış, az da olsa, evrimleşme olayını hızlandıracaktır.”32

Jeolojik devir ölçeğindeki zamanlar, dönemler ve çağlar arasındaki sınırlar genelde, fosil kalıntılarının özelliklerinde ani ve önemli değişimleri göstermektedirler.... Araştırmacılar bazen bu değişimleri, mutasyon hızlarının kozmik ışınlara bağlı olarak artmasıyla açıklayarak, çok şiddetli yorumlarla ortaya çıkmaktadırlar.”33

Eksik geçiş formları yerine, küçük toplulukların ve hızlı evrimin kombinasyonu öne sürülmüştür. Bu tezin doğruluğu araştırılamaz ve tez olasılık dışıdır. Demek ki, evrimcilere göre evrim kanıtlarını görmeyi hiçbir zaman bekleyemeyiz. Çünkü, evrim geçmişte hızla tamamlanmış, şimdi de göremeyeceğimiz kadar yavaş ilerliyormuş!


Sıçramalı Denge

Küçük topluluklar içindeki hızlı nüfus artışıyla ilgili gizemli varsayımsal süreci tanımlamak için Niles Eldredge ve Stephen Jay Gould tarafından ortaya atılan yeni ve renkli bir terim de, “sıçramalı denge”dir (punctuated equilibrium). Steven M. Stanley, bunu “kuvantum türleşme” olarak adlandırır. Daha eski yazarlar (örneğin, Richard Goldschmidt) buna “umut veren canavarlar” demiştir.

Böylesine imgesel bir süreç, fosil kayıtlarında neden geçiş yapılarının bulunmadığını açıklamaya yardımcı olabilir, ama böyle bir süreçle ilgili hiçbir genetikkanıt bulunmamaktadır. Biyoloji Profesörü ve Yale Yüksek Lisans Dekanı Keith S. Thomson, evrim mekanizmasının hâlâ “temel gizem” olduğunu söylemektedir.34

Aslında temel gizem, gerçek “dikey” evrimi gerçekleştirebilecek bir genetik mekanizmayı 150 yıl boyunca aradıktan sonra, evrimcilerin evrime hâlâ neden inandıklarıdır!