XVI. TANRILAR VE KÜLTÜRLERİNİN ÇÖKÜŞÜ (Yeşaya 46:1-47:15)


Altın ve gümüşleriyle yıkımlara yol açan putlar yaptılar (Hoşea 8:4)


Hoşea’nın bu sözleriyle başlamak aslında konuyu daha girmeden özetlemek gibidir. Çünkü bu sözlerin başında esas Yaratan’a bakmayan, daha doğrusu Yaratan’la aynı form eşitliğinde olmayan kararlarıyla insanların kendilerine idareciler, yöneticiler atadıklarına değinilmektedir. Bu doğrudur. Bütün kâinat sistemi göz önünde bulundurulmaksızın ve Yaratan’ın düşüncesi dediğimiz o uyumlu tabiat sistemine uyumsuz olan o sistemi algılayamamış birçok kişi, Yüce Allah’ın suretinde yaratılmış, piramidin en üst düzeyinde olması gereken insanı yönetmek için ortaya çıkmıştır. Ve bu cümlelerin sonucunda da Hoşeya maddenin gücünü vurgulamaktadır. “Altın ve gümüş” insanın maddeye attığı adımda kendine verdiği değer, kendisinin biçimlendirdiği bir maddedir ve sonra insan bu değerlendirdiği maddenin kölesi olmuştur.


Burada bu madde put olarak karşımıza çıkmaktadır, tanrılar, ilahlar. Günümüzün bütün çağdaş gelişmelerinde bile hâlâ bu değerli maddî varlıklar insanı yönetmekte devam etmektedir. Dünya üzerindeki birçok tapınak, yapı, inanç hâlâ altın, gümüş gibi değerli maddelerle süslenmekte, hatta tapınılan putlar bu maddelerle şekil bulmaktadır. İnsanın manaya maddeyle değer vermeye kalkışmasının sonucudur bütün bunlar. Ve elbette inanç adına insanları yönetmeye kalkanlar, bu en hassas noktayı, yürek noktasını kullanarak insanlara hükmetmeye kalkanlar da, ne yazık ki, süslü giysilerle, altın işlemeli roplarla ve birtakım dinî simgelerin, gümüş, altın gibi maddelerle örülmesiyle değer kazanmaya, kendilerini bir mevkie oturtmaya çalışmaktadırlar.


Ne yazık ki, düşünemeyen sıradan insanlar yine aynı noktada bu bakış açısına destek çıkmaktalar ve hatta destek çıkmaktan ötürü bu görüntüleri manevi değermiş gibi algılayarak bu görüntülere tapınmaya başlamaktadırlar.


Efendimiz Mesih İsa’nın başını koyacağı bir yastığı olmadığı, sürekli halk içinde halkla beraber olduğu, geceleri dua ve ibadetle geçirdiği, kayırdığı insanlar, ayrıcalıklı çevresi, asistanları, yardımcıları olmadığı gerçeğini bilenler, okuyanlar, hatta vaaz edenler bile, ne yazık ki, “altın ve gümüş” dediğimiz maddi değerlerin gölgesinde dinlenmeyi tercih etmektedirler.


Öyleyse bu noktada gerçekten büyük bir sorun vardır ve Hoşeya bu nedenle bu önemli noktaya parmak basmaktadır. Elbette yaratılmış her zerrenin kâinatta büyük bir değeri ve önemi vardır. Toprak elimize aldığımızda insan için pek büyük değer arz etmez ama aslında altından ve gümüşten çok değerlidir. Çünkü insanın yaşaması aslında toprağın ürününe bağlıdır. Oysa altına ya da gümüşe bir şeyler ekip onları büyütmek mümkün değildir. Kısacası, alma arzumuzun en üst tabakalarında altına ve gümüşe değer vermek bizden çıkmıştır. Aslında kültürler, resim, heykel ve benzeri birçok sanatsal ürünler insanın harika yaşam biçimlerinin yansımasıdır. Kısacası, içteki zenginliğin dışa aktarımıdır. Hayalin adeta somutlaşması, dışa yansımasıdır. Bir başka değişle, Yüce Yaratıcımızın bizlerle gerçekleştirdiğini, bizim kendimiz için yapmamızdır. Bu aktarım bile ilahîdir. Bu aktarım bile muhteşem bir varlığın ifadesi, yansıması, dolayısıyla Yaratan’ın yansımasıdır. Ama diğer tarafta dikkat ederseniz, Yaratan yarattığı maddeleri Kendi doluluğunun üstüne çıkarmamakta, eliyle yaptıklarına tapmamaktadır. Oysa bizim için bu, her zaman mümkün olmadığı gibi, içsel, duygusal bağlanmalarımız her noktada sürekli tekrarlanır ve yarattıklarımızı yaratan kendimizin üzerine çıkarırız. İşte, korkunç olan bu noktadır. İnsan kozasını örmekte ve ne yazık ki, kozası içinde kelebek olup uçmayı başarmak yerine, kendi kozası içinde çürümeye, ölmeye meyletmektedir.


Gerçekten de, “altın ve gümüşle yıkımlara yol açan putlar yaptılar”. Bu çağlar boyunca elle yapılan putlardan tutun da, günlük hayatımızda maddeyi yücelttiğimiz her değer için geçerli bir konudur. Ürettiklerimiz ya da değer verdiklerimiz bizim boyumuzu geçerse ve bize hâkim olmaya başlarsa işte, putperestliğin başladığı ve bizi yıkıma doğru çektiği an o andır.


Pavlus, Romalılara Mektup’unda bu konuya ilişkin oldukça yerli yerinde bir cümle kullanmaktadır. “Ölümsüz Allah’ın yüceliği yerine ölümlü insana, kuşlara, dört ayaklılara ve sürüngenlere benzeyen putları yeğlediler” (8:23).


Ölümlü insana veya yok olacak yaratıklara ya da maddelere olan bağlılık, armağanı verenden daha çok armağana değer vermemiz anlamındadır, çünkü armağan elimizdedir. Daha net olarak görebildiğimiz bir maddedir. Gözümüzün önündedir. Armağanı veren ise genelde görünenin arkasında kalmaktadır. Ve armağanın çıktığı yürek genelde gözle görülemeyecek duygular, hislerle doludur. Ve oradaki gerçek hisleri duyumsamak, algılamak çoğu zaman bizim için zordur. O zaman hemen kolay olana, “görünene” kayıverir ve elimizdekini yüceltmeye, abartmaya ve hatta sonunda da o maddeyi baş tacı ederek tapmaya bile başlarız. Bu, bazen sevdiğimiz, âşık olduğumuz insanlar olabileceği gibi, arabalarımız, evlerimiz, zenginliğimiz, yeteneklerimiz, hatta güzelliğimiz olabilir. Hezekiel de bunu çok net dile getirmektedir. “Yürekleri putların ardı sıra gidiyordu” (20:16).


Efendimiz Mesih İsa’nın ifade ettiği, “bir kişinin iki efendiye” tabi olamaması (Matta 6:24; Luka 16:13) gerçeğinde, Hezekiel’in sözü, aslında özellikle madde yoluna tabi olanların kendi oluşturdukları yürek putlarının ardı sıra gitmelerinin güzel bir resmini çizmektedir. Gerçekten de insan aslında sürekli olarak madde içinde maddeyi öne çıkararak, “acıların yolunu”, “madde yolunu”, bir başka deyişle “putperestliğin yolunu” hemen kendine yön edinebilmektedir. Oysa Mesih İsa’nın çizdiği yol haritasında, “yol, gerçek ve yaşam Ben’im” (Yuhanna 14:6) ifadesi maddenin üzerinde, “mana denizinde” bir yoldur. Görünmeyen bir iç yoldan bahsetmektedir Efendimiz. Bu yol görünmediği için iç keşfin, Yaratan’ın saran ışığıyla Mesih’i almakla edinilen bir iç keşfin yoldur. “Kapıda durmuş ve kapıyı çalan” (Vahiy 3:20) manasında, kalbin noktasının açılışıyla başlayan bir hayat serüvenidir.


Yıkımlara yol açan putlar yaptılar (Hoşea 8:4)

Kişinin altın ve gümüşle ürettiği putlar sonunda koza olup onu boğan bir hal almaktadır. Biz genelde putlardan bahsettiğimizde sanki şimdi putperest olmayan bir ortamda olduğumuzu ya da içinde bulunduğumuz büyük dinlere olan inancımız ve güvencimizle putperest olmadığımızı, dolayısıyla bu sözlerin yirmi birinci yüzyılda bizim için bir anlamı olmadığını düşünürüz.


Oysa burada özellikle vurgulamak istediğimiz, putperestliğin kısıtlı bir kavramı kapsamadığı gerçeğidir. Çünkü altın ve gümüşle inşa edilen dinî tapınaklar, dinî müesseseler, dinlerin kullandığı kitap kapakları ve her dinin kutsal saydığı birçok sembolden tutun da, hiçbir inanca sahip olmayanlar da son zamanlardaki bütün teknolojik ürünlere taparcasına kapılıp gitmekte, internet oyunlarına kadar uzanan birçok yolda kendilerini tekrar edip durmaktadır.


İlkel insanın tanrısını tahtayla ifade etmesinden tutun da, modern insanın dünyaya meydan okuyan tavırla kendi hayatını bağladığı ve onlarsız edemediği binlerce çağdaşlık emaresi malzemeler aslında hep kişiyi bağlı kılmakta, kısacası, kişi için birer “altın ve gümüş” put olmaktadır.


Sürekli işini gücünü internetle yapan ve tatilde bile internetsiz kalamayan bir insan internetin olmadığı, cep telefonlarının çalışmadığı bir ortama girdiğinde hislerini, histerik tavırlarını bir düşünelim. İnsan gerçekten kendi oluşturduğu putlarıyla aslında kendi yıkımına da yol açmaya başlamıştır bile.


Elbette daha önce bahsettiğimiz gibi yaratılış, kâinat ve üzerindeki her şey gerçekten bütün artı ve eksileriyle, “iyi” olarak yaratılmıştır. Yaratan, Kendisini üzerine aksettireceği böylesine mükemmel bir “alma sistemi” oluşturmuştur. Ve bu “alma” ancak bizim algıladığımız kadar var olan bir sistemdir. Bizim iç algılarımızın dışa yansımasıdır. Yaratan’ca yaratılmış harika bir sistemdir.


Ama “Yüce Allah’ın suretinde yaratılan” ve “yaratılmış olarak Yaratan’ın tezahürü olmaktan” mes’ul olan insan, üretirken de sınırlı görüş açısı ve kendi rızası için alma şeklindeki yeryüzü formatı içinde, Yaratan’ı edinene dek hep “benine endeksli” düşünmekte ve doğal olarak bu endeks içersinde görselliğe önem vermektedir. “Altın ve gümüş”, “resimler”, “heykeller”, “motifler”, “işlemeler”, “kubbeler”, “sakallar” ve daha nice dış görünüşle aksettirilmeye çalışılan maneviyat algıları, doğal olarak “koza” olmakta, “kabuk” olmakta ve bizi sarmaktadır. Ve sonunda bütün bunlar, sahtesinden ötürü “esası” “inkâra”, hatta hissetmemeye yol açmış, sadece “gözümüzün önünde olanı” ve “algılamak istediğimiz kadarını” algılatmaya yönlenmiştir.


Bütün bu engellerin, Yaratan’ı, O’nun Mesih İsa’da sunduğu mükemmel kurtarışını, yani kendi benliğinden Yaratan gibi ihsan ederek, insanı Yaratan’ın benliğine getiren kurtarışını, Mesih İsa’yı o muhteşem doruklara taşıyan Allah’ın Ruh’unun rehberliğini görmemize izin vermediğini açıkça görebiliriz. Bu, bizi kâinatın özünden mahrum eden bir durumdur. Dolayısıyla yıkımdır.


Yeşaya, 46 ve 47. bölümlerde “tanrıların kapısı” anlamına gelen Babil’in putperestliğiyle yıkımı arasında bir bağlantı kurmaktadır. Burada gerçekten klasik anlamıyla putperestliğin Babil gibi koskocaman bir krallığı nasıl yıktığını gözler önüne sermekte ve doğal olarak her tür maddeye bağımlılığın, her tür içsel ve dışsal putperestliğin eninde sonunda insanı yıkıma getireceğini göstermeye, kanıtlamaya çalışmaktadır.


Bugüne kadar insanlığın bütün entelektüel, felsefî, dinî, kısacası her tür maneviyatı irdeleyen deneyimlerinde kâinatın esenliği, düzeni, birliği, beraberliğine ilişkin net bir sonuca gidemeyişi ilginçtir. İnsanlar sürekli olarak birbirlerini kırmaya, incitmeye, öldürmeye devam edip durmuşlardır. Oysa Yaratan yaradılışı kaostan düzene getiren bir çerçeve içinde yaratmış ve insana da kendi benzeyişinde büyük bir sorumluluk yüklemiştir. Bu benzeyişin yolu, öncelikle kendi “alma arzusunu” tanımaktan, daha doğrusu “ben”ini “bencilliğini” keşfetmekten geçmektedir. Her şey bu noktadan itibaren başlamaktadır. “Kendi rızası için alma üzerine çekilen perde”, Yaratan’ın insana, aldığını ihsana çevirmesi için olmazsa olmaz bir sunusudur. Ama bu perde için kalp noktası şartı aranmaktadır. Bu da, gerçekten her şeyde Yaratan’ı görebilme ve analiz sonucunda edindiklerimizi ihsan ettiğimiz kadarıyla almamız demektir.


Aslında burada, “Babil”, tamamen “alma arzumuzu” simgelemektedir. Kısacası, Babil, kendi "ben”inde, "bencilliğinde", yani "çok bölünmüşlük ve çok bölünmüşlüğün her parçasını kendisine put yapması, bütünü görememesi anlamında”, bir tanrılar kapısı olarak kendini zehirlemiştir. Tanrılar üzerine kurulan kültürler de o tanrılarla birlikte kırılıp toprak olmuş, maddenin yok olma prensibi gereğince, bütün maddî kültürle birlikte yerlere serilmiştir. İnsanın üretip kendinden üstün tuttuğu her şey sonunda yıkımı da beraberinde getirmektedir. Çünkü insan, Yaratan’ın yarattığı, ancak Yaratan’a tabi olmak zorunda kaldığı bir düzen içindedir. Bu da, adı üstünde, kalıcı düzendir.


Yaratan’ı, Yaratan olarak olduğu gibi kendi varlığımızda, küçük aynalar olarak yansıtma süreci üzerinde çalışmadıkça, yani Yaratan’la eşit forma girmedikçe, aslında vücudun toksin üretmesi gibi, biz de dünyaya bakış açımızda, toplumsal içsellikten dışa bakış olarak ifade edebileceğimiz kültürümüzde birçok putlarla çevrelediğimiz bir tapınak içinde yaşamımızı sürdürüp dururuz. Ve bizi çevreleyen bu irili ufaklı putlardan ötürü, mantık üstü inancı, yani Yaratan’ı edinmemiz mümkün olamaz. Ve bu kozayı delmeden, dışarı çıkıp kâinatı, çiçeği, böceği, rüzgârı keşfetmemiz mümkün değildir. Küçük puthanemizin içinde inanılmaz sorunlarla mücadele edip dururuz. Çünkü temel nedeninin ne olduğunu keşfetmemiz mümkün olmadığı için de, daha da derinleşen sorunlarla mücadelede Yaratan bizim için daha da gizli kalır.


Kozamızı delip yukarıya yükselmemizde rehberimiz Mesih İsa’dır. Bunu kendi gücümüzle gerçekleştirmemiz oldukça zor olduğu için, bizim formumuzda olan kurtarıcıya bürünmemiz bu kurtuluşu ayağımıza kadar getirmektedir. Kısacası, kozamız, kültür dediğimiz, kendi ellerimizle inşa ettiğimiz kabuklarımız Ruh’un kalp noktasını açması ve Mesih’in ışığıyla delinir. Yalnızca görüneni gören gözlerimiz görünenin arkasını hissetmeye başlar.


A. TANRILARIN ÇÖKÜŞÜ VE YARATAN’IN ZAFERİ


Taşınan bu nesneleriniz ağırlık, yorgun hayvana yük oldu (Yeşaya 46:1)


Yeşaya’nın o dönemin kültürel tapınak seremonilerine bakarak güzel bir tespiti dile getirdiğini görüyoruz. Bu tespitte eğer tanrılar taşınıyorsa o zaman taşınan tanrıların insanlığı taşımasının nasıl mümkün olacağı gibi önemli bir nokta bulunmaktadır.


Aslında günümüzde de insanlar, “her şeyi yaratan Yüce Allah’tan, onun yolundan” bahsederler. Hatta inandıklarını söylerler. Ancak Efendimiz Mesih İsa’nın çok net söylediği gibi, “insanların taşıyamayacağı yükleri insanlara yükleyen din adamlarının” önderliğinde, onlarca mezhep, yol ve dinî inanç, aslında insanın insana taşıttığı yük olarak karşımıza çıkmaktadır.


O dönemde Babil’in iki büyük tanrısı hayvanlara taşıtılıp törenler tertip ediliyordu. Zamanımızın medenî ülkelerinden tutun da, medenî olmayan ülkelerine kadar farklı dinlerin tören alaylarında hâlâ, “kutsal semboller” adı altındaki birçok yüke birçok yorum getirilerek, Yüce Yaratan’ın, Yüce Allah’ın yerine konulan birçok nesne ve sembol taşıtılmaktadır.


Bunlar insanlara yük olduğu gibi, insanı, “kendi beninin tanrısına tapınma gerçeğinde” kendisine saklı tutmaktadır. Mesih İsa gibi kabını kırıp, mezarını boş bırakıp göğe yükselme gerçeğini edinemez bile insan. İnsana insan olma şuurunu, kendisinden kurtulma gerçeğini tattıracak gerçek Yaratan’ın Mesih’inin dokunması, gelmesi ve Ruh’un gücüyle insanı bu bağlarından, bu kozasından kurtarması gerekmektedir.


Yeşaya, bu gibi törenlerde dıştan görünen dinî duyguları, inancın bütün sembolleriyle ya da diğer bir deyişle, ilahlarıyla çöküşe doğru hareket eden bir tren gibi görmektedir. “Ben”ler kendi bencilliklerini maneviyatlarına da taşıdıklarında, kafalarındaki tanrıları semboller, seremoniler ve kültürlerle ifade ettiklerinde aslında sıfır noktasına doğru hareket etmektedirler. Bu görünüm hem iyidir hem kötüdür. Çünkü bütün bu tiyatro sona doğru götürmekte ve son noktada ise “Ben neyim? Kimim? Nerden geldim? Nereye gidiyorum? Bu ellerimle kollarımla yaptıklarım ne?” gibi sorular sordurtabilmektedir. İşte, o noktada yukarıdan verilen Yaratan’ın ışığı, saran ışığın işleviyle Mesih’in yüreklere doğması söz konusu olabilmektedir. Kısacası, yukarıdan itiş aşağıdan itişle kucaklaşmakta ve şafak sökmektedir.


Toplumların, kültürlerin çöküşleri aslında putlaştırdıkları “ben”lerinin sunumlarının eninde sonunda kendi “ben”ini bitirmesidir. Bu nedenle birçok ünlü imparatorluk son bulmuştur. Bazı dindarlar dine itaatsizliğin bu sonucu doğurduğunu söylerler. Ama duygusal, millî, manevî ve kültürel birçok bağlarından ötürü, aslında, dine itaat ettiklerinde başlarına daha da çok yıkım geldiği gerçeğini görememişlerdir. Dinler Yaratan’ın önünde duvar olmuş ve Yaratan’dan ziyade yaratılanın oluşturduğu dinî ve manevî uygulamalar, hisler adeta tapınılan esas Yaratan olmuştur. Dolayısıyla, insan bir türlü sorunlarını, sevgisizliği, kaosu, insanın insanı kırmasını ve benzeri bütün insanî duyguları aşamamıştır.


Bugün o dönemde baş tacı edinilen putların adı bile anılmamaktadır. Bugün baş tacı edinilen birçok din ve mezhep artık ortadan silinmiştir bile, diğer taraftan uğruna kanlar dökünülen birçok mezhep o günün hislerini çoktan o günde bırakmış ve artık bambaşka gözler dünyaya bakıp durmaktadır. Hatta aynı inançlar biraz şekil değiştirmiş, biraz daha gelişmiş global gözlükler takıp yeni çehreleriyle eski mallarını, hatta bayatlamış, insanı zehirleyebilecek derecede bayatlamış mallarını yeniden piyasaya sürmeye kalkmaktadır.


Sizi ben yarattım, ben taşıyacağım (46:4)


Bu sözlerden de anlaşılacağı gibi, aslında Yaratan’ın o Kâinatın yegâne Efendisi’nin, Yüce Allah’ın bizi taşımadığı tek bir an bile yoktur. Esas Yaratan senin, benim, bizim algılarımızla ifade ettiğimiz bir Tanrı değil, zaten yarattığı andan itibaren bir an bile bizi bırakmaksızın, bizi sürekli diri tutandır. Kısacası, “Bütün dinler aynı Tanrı’ya inanıyor” şeklindeki bir cümle yanlıştır, çünkü dinler aslında Yaratan’ı bir şeylere benzetme gayreti içindedir. Ve insan da O’nu kendi “ben”i içinde algıladığını tarif etmektedir. Oysa esas Yaratan, “yaratan ve şu anda varlığınızı taşıyandır”.


Beni kime benzetecek, kime denk tutacaksınız? Kiminle karşılaştıracaksınız ki, benzer olalım (46:5)


Bu noktada durup düşünmemiz gerekmektedir. Doğrusu Yaratan bizim standartlarımız ve bakış açımızda, aslında kâinatta gördüğümüz hiçbir şeyle karşılaştırılabilecek bir varlık olmadığına göre, aslında “hiçtir”. “Yok” değildir, ancak bizim normlarımızın çok üstündedir ve eşi benzeri olmaması hasebiyle “hiçtir”. Ama bu “hiçlik” içinde, “varlık” olarak kâinatı yaratarak bir tezahürü gerçekleştirmiş, üstüne üstlük bizi toprak, yani alma arzusu olarak yaratmıştır. Böylelikle “verici ve alıcı” olmasıyla, karşılıklı bir yayınla hiçlik varlığını görmekte ve bu şekilde hazlar en üst düzeyde ifşa olunmaktadır. İşte bu nedenle, “hiçliğin” farkındalığı Efendimizin ifadesiyle, “ne o dağda, ne bu dağda” kendisine tapınılamayan Yaratan’ı, Yüce Allah’ı açıklamaktadır. Çünkü O “yol, gerçek ve yaşam” (Yuhanna 14:6) olarak, çubuk ve asma ilişkisinde, Bağcının işleyişindedir.


Tasarım gerçekleşecek, istediğim her şeyi yapacağım (46:10)


Yaratan’a biz istediğimiz kadar kendi “ben”lerimizde şekiller verelim, ya da bağlanma arzularımızı farklı şekillerde putperestliklerle, maddiyata bağlılıklarımızla dile getirelim, O, “Yaratan’ın düşüncesi” dediğimiz, önce zihninde oluşturduğu bütün tezahür planı doğrultusunda, olması gerekeni oldurmakta devam edecek Olan’dır, çünkü her insan, ne üretirse üretsin, sonunda kendini yalnız ve sorunlarıyla baş başa hissetmektedir. Hatta en üst dinî seviyelerinde bile, insan, Yaratan kendisine yansımadıkça ve esas tasarısı olan düşmüş “ben”i yeniden “Yaratan suretine” dönüştürmedikçe, yalnızlığında çırpınıp duracak ve kendi oluşturduğu düşüncesindeki inancı ve tanrısını yük olarak taşıyacak ve eninde sonunda “acılar yolunda”, “esasa”, “manaya” ve elbette, “Mesih’e” olan ihtiyacını görecektir. İşte, o an yükleri atma, kozayı yırtma, kendi kafesini parçalama, özgürlüğe uçma ve daha doğrusu “Kâinatın Efendisi’ni” Ruh’unda Mesih’iyle keşfetme zamanıdır. O yeni doğuş zamanıdır. Kalp noktasının ışığı dolu dolu almaya başladığı zamandır.


Bu umutların tükendiği noktada esas lütfu, ihsanı görerek gerçekleşecek bir durumdur. Putların geldiği son nokta, tanrıların ve kültürlerinin çöküş noktası, gerçek Yaratan’ı yüceltip O’ndan sonsuza kadar zevk almanın başladığı zamandır. O nokta Efendimizin haçta öldüğü noktadır, gönüldeki putlara ölme noktasıdır, günahlarımızın kefareti noktasıdır. O noktadan sonra dirilişin ilk filizleri görülmeye başlamıştır.


B. PUTPEREST KÜLTÜRÜN YIKIMI


Bilgin ve bilgeliğin saptırdı seni (47:10)


Babil’in bir bakire ve şımarık kız olarak tanımlanmasında, aslında, sürekli kendi bencilliğimiz için almamız anlatılmakta ve dolayısıyla, dünyanın bütün kültürlerinin öncelikle kendilerini düşünme ve kendilerini hep yüceltme şımarıklığının tasviri yer almaktadır. Başarı, güven, bilgi ve bilgeliğimize güvenmek, güzelliğimize, hep kendimizin iyi olduğuna, en iyi mezhebin, en güvenilir dinin, en güzel kültürün, gelenek ve göreneğin, milletin bizim olduğuna inanmak, bütün “en”lere bizim sahip olduğumuza inanmak hep “ben”imizle yarenliğimizin sonucudur.


Babil –tanrıların kapısı- arzularımızın çılgınlığının en güzel tasviridir. Yaratan’a doğru yürüyeni, İsrael’i köle eden, hapis eden Babil, sonunda yıkıma müstahaktır. Ve öyle de olmuştur. Çünkü ne olursa olsun, “Yaratan Yüce Allah tasarılarında sabittir”. Kâinat düşünülmüş, olması gereken her şey yerli yerinde zihinde tasarlanmış, bütün çarklar, dişliler maddî sistemi işletecek halde kurulmuş ve işletilmeye başlanmıştır. Ve zihinde olması gereken bütün tezahür ve gelişim tamamlandıktan sonra, yani inşaatın çizimleri, planları ve maketleri tamamen bittikten sonra, var olan plan dâhilinde akılda bitirilmiş olan, işlemeye başlamıştır. Ve biz şimdi onun içindeyiz, günlük övünmelerle, yukarıda bahsettiğimiz gibi, putperestliğimizin kırıntıları üzerine inşa edilmiş “ben”liğimizin en üst gurur noktalarında kültürlerimiz içinde yaşayıp durmaktayız.


Burada elbette kültür derken, bizi Yaratan’la karşı karşıya getirmeyen kültürel, sanatsal zenginliklerimiz, yemeklerimiz, danslarımız, motiflerimiz kast edilmemektedir. Burada kültür derken, kültürün bizi, “bene kilitlediği”, “maneviyata körleştirdiği” noktalar kastedilmektedir. Bizim gibi bir millet yok, en iyi kültür bizim kültürümüz, en iyi biziz, en büyük biziz derken, kültürümüzde kutsal addedilen ve tapınılma derecesine getirilmiş olan her şeyden bahsediyoruz. Bir zamanlar Roma kültürünün üstün gördüğü Roma’nın başarısı, yani “ben”liği, zaferi ve bencilliği olarak öne çıkan her şey ya da Yunan kültürünün başka insanları ezen ağırlığı ve bunun getirdiği bütün kanlı savaşlar, işte bu bağlantı noktalarında, “bencilliğin doruklarındaki kültürlerin” esasında putperestliğin bir sonucu olduğu şeklinde değerlendirilmektedir.


Ne Babil, ne Pers, ne de dünyanın diğer büyük medeniyetlerinde esas Yaratan’ı algılama olgusunun olduğunu görmek çok mümkün değildir. Hatta dinî medeniyetlerde bile, Yaratan bilgisi kulaktan dolmadır ve dinî öğreti yolunun üzerinde motifler söz konusudur. Oysa duymak, inanmak başka şeydir, Yaratan’ı tatmak, iç gözlerle görmek ve hakikaten “ben”lik ve varlıkta hissedip yaşamak başka şeydir. Ve büyük tapınaklar, tanrılar adına dikilen heykeller ve dolayısıyla bütün bunlara bağlı olarak, gelişmiş her tür inanç kültürleri öncelikle inanç noktalarından çatırdayıp çökmüştür.


O zaman lazım olan, mantık üstü inanç, yani Yaratan’ı edinmektir. Mesih İsa’nın kurtuluş prensibidir. Haç üzerinde ölümün getirdiği bağışlamayla, “benden arınmış kurtarılmışların” Mesih’te yepyeni bir hayata geçmeleri, Yaratan’a doğmalarıdır.


Ey güvenlikte yaşayan zevk düşkünü, içinden “kraliçe benim benden başkası yok”..diyordun (47:8)


Pers kralının orduları gelmeden önce esas düşüşün, “benin kendi için almada ve ihsanı yalnızca kendi benliği için kullanmada had safhaya gelmesinde olduğunu görüyoruz”. Dünyada kendi varlığıyla övünen bütün “ben”ler ve dünyada kendi varlığıyla övünen bütün milletler aslında sıfır noktasına bir yolla indirilmektedirler. Yine Habakkuk’ta ifade edildiği gibi, “Yaratan’ın bütün sistemlerinde inanan ya da inanmayanlar hep belli çarklar gibi, birbirlerini kullanılmaktadırlar.” Kısacası, bütün kâinatın bir bütün olduğu, bütün bu bağlantılarda bir tezahür olarak bize hem de ışıl ışıl yansımaktadır.


Gurur, bencillik ortada durdukça, insan, “konuşan düzeye” yükselemeyecektir. Dolayısıyla Yaratan’da bütün bu ıslah olmamış sistemini ıslah prensibi doğrultusunda, “acıların yoluna”, şefkat tokatlarının var olduğu yola terk etmiş olacaktır. Kısacası, bu insanlar birçok kademede, yani cansız, bitkisel ve hayvanî düzeylerdeki iniş çıkışlarıyla esas varlıklarının nedeni olan Yaratan suretine doğru yürümenin esas olduğu bilincine varacaklardır.


İşte burada bir putperest halkın zulmü altına verilen ve ıslah olması için teslim edilen İsrael’i, bir başka putperest halkın kurtuluşunda özgürlüğüne kavuşturmak, bütün dişlilerin iç içe geçtiği bir kâinat sisteminin, muhteşem Yaratan tarafından ne şekilde bir düzenle işleme konduğunu göstermekten başka bir şey değildir. Harika bir işleyiş tablosudur.


Aslında gurur, “ben”in yüceltilmesi kendiliğinden yargıyı çekmektedir. Çünkü “doluluğundan ihsan eden Yaratan’dan” fersah fersah uzaklıkta bir yaratılmış insan tablosu vardır ve esasına, esas yaratılış doğasına uymamaktadır.


Putperest düşüncelerimiz aslında bütün düşünce yollarımızı etkilemektedir. Bu nedenle, bizi yıkan, aslında karşı arzuların saldırıları, bir anlamda duygu ve düşünceleri, bizi kıskanmaları, taktik ve planları değildir. Yani Babil’i yıkan Pers kralı ve orduları değildir. Babil’in dinî ve ticarî hayatı, “kendi benliğinin” doruklara çıkmasıyla yıkılmaya yüz tutmaktadır. Esasında bütün putperestlik, kişinin, “benine ve beninin ürünlerine” tapmasıdır. Putlar, “insanın kendi çıkarı için kullanabildiği tanrılarıdır”. İşte yıkım, “altın ve gümüşleriyle yıkıma yol açan putlar yapmalarıdır”.


Yirmi birinci yüzyıl insanı da aynı şekilde devam etmektedir. Günümüzde Efendimizin öğretileri adeta ciklet gibi ağızlardadır. Sanki O’nun öğretileriymiş gibi, bunlar televizyonlar, kitaplar aracılığıyla ve büyük programlarla yayılmaya çalışılmaktadır. Ama insan “ben”i, gurur, kendini beğenmişlik ve kültürlerin köleliğiyle birlikte, Mesih İsa’nın öğretileri sadece kalıplar halinde örülmüş kozayla birlikte ifade edilmeye çalışılmaktadır. Bu nedenle de, kurtla kuzu henüz bir arada yaşamamaktadır (Yeşaya 11:6), beklenilen ıslah ve esenlik de gelmiş değildir. Çünkü “benin ihsana dönüşmediği noktada” Sevgi ve İhsan Olan’ın tezahürünü görmek mümkün olamayacaktır.


Kurtulma ve kurtuluşun olması için, yüreğin Âdem’i bırakıp Mesih’e yapışması, bir üst akla, dolayısıyla Yaratan’ın gönderdiğine tutunması gerekmektedir. Bu olmadıkça, “haç üzerinde ‘ben’e ölüm gerçekleşmedikçe” ve “ihsana diriliş olmadıkça” kurtuluş yoktur. Bu da ancak bizi yaratanda ve taşıyanda mümkündür. Yaratan bu noktada bütün insanlığın Yaratan’ıdır. Mesih İsa’nın kurtarışının yüreğe girmesi, kalp noktasının açılıp Ruh’un işleyişiyle mümkündür.


Bu noktada böyle bir kurtarıcının yüreğinizde olup olmadığını sorgulamamız esas olacaktır. Hakikaten kurtarıcınız Mesih İsa adında biri midir? Yoksa gerçekten Allah’ın Mesih’inin yüreğinizde etkin bir biçimde egonuzun tahtına oturmuş olması mıdır? Bu iki sorunun cevabı, “kendinizi tamamen inkâr ettiğiniz ve haçı yüklendiğiniz bir hayatta” (Matta 16:24; Markos 8:34; Luka 9:23) gizlidir.


Efendimiz bu nedenle, “Ey yükü ağır olanlar bana gelin” (Matta 11:28) demektedir. Bu slogan aslında putlarıyla birlikte kendi bencilliklerinin yüklerini taşıyanlara Mesih’le bütünleşerek “benlerine ölmeyi” getirmektedir.


Kısacası, Babil’in yıkımında İsrael yeniden yola koyulacak, transformasyonun reformasyonuyla Yaratan’a doğru hac yolculuğunun devamını sağlayacaktır.


Yeter ki, İsrael kendisini alçaltıp Mesih’i giyinsin, kurtuluş Mesih’i giyinmektedir. Bu, kendi “ben”imize öldüğümüz noktadır. Tohum yere düşmeden ürün veremez.


Aynı şekilde Babil’in çöküşü, “tanrılar kapısının” ve bu kapının oluşturduğu kültürün çöküşüdür. Bir bencil alma arzusu, bir başka bencil alma arzusunun saldırısıyla yıkılır, tükenir gider ve bu saldırılarda eğer ışık yürekte bir nokta açtıysa kurtulacak olan İsrael’dir. O, yarım bıraktığı yolda bir seviye daha atlayarak yoluna devam edecek ve Yaratan’ı edinme noktası olan vaat edilen topraklara doğru yol alacaktır.