XIII. GÜNÜMÜZDE BARIŞ VE GÜVEN (Yeşaya 38:1-39:8)


Bu bölümden önce Yeşaya, Yaratan’a güvenmenin gerçekten doğru bir yöntem olduğunu, daha doğrusu esas olması gerekenin bu olduğunu söylüyor. 38 ve 39. bölümlerde ise zaman zaman bulunduğumuz seviyelerden aşağıya düştüğümüzü ve buna hazırlıklı olmamız gerektiğini de en güzel biçimde dile getiriyor Yeşaya. Özellikle 40. bölüm ve sonrası bizi imanımızın ötesine taşıyor. Aslında burada Yaratan’ı edinme yolundayken bulunduğu seviyeden geriye doğru düşen bir kişi örneklemesi veriliyor. Bu da esasında imanımızın ne kadar güvenilmez bir manevi edinim olduğunu göstermektedir.


Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, bizler çoğunlukla dinimize, diyanetimize, dinî kültürlerimize ve bu yolda bazı din önderi olarak kabul ettiğimiz kişilerin öğretilerine güvenir dururuz. Oysa Yeşaya’da çok net belirtildiği gibi, esas olan, “gönül gözünün” açılması ve Yaratan’ın o bina eden ışığını almasıdır. Ruh’un etkileşimi o ışıkta yavaş yavaş Mesih’in yürekte doğmasına neden olur ve bu, kişi için yeniden doğuştur. Yeniden doğmuş kişi ise yavaş yavaş Mesihleşirken Yaratan’ı da edinmeye başlamıştır. Şimdi bu anlattığımız olguda artık dinin, diyanetin, elimizle, kolumuzla yaptıklarımızın bir etkisi yoktur. Burada etkin olan, yüreğin Yaratan’ın ışığında Yaratan’a uyandırılması, yukarıdan alınan çağrının aşağıdan güçlendirilerek Ruh’un saran ışığında Mesih olarak büyümesidir.


İşte, bu evrede dahi zaman zaman kişi bu mana yolundan sağa ve sola saparak geri adım atabilmektedir. İsrael’in, yani Yaratan’a yürüyenin zaman zaman kendi doğal ışığında geriye sekerek seviye kaybetmesi söz konusudur.


Hizkiya’nın hastalığı bunun ilginç bir örneğidir (2. Krallar 20). Çünkü özellikle Asur önünde Yaratan’ı edinip arzularının üstesine gelen, Yaratan’ı edinmekle zaferi kazanan ve halk için Hak’tan alarak ilerleyen Hizkiya, rahatsızlandığı zaman, İsrael olmaktan çok aşağılara düşmüş ve Yaratan’a o örnek güvenini adeta yitirmiştir. Bu nedenle, İsrael olarak vaat edilen o “göksel egemenliğe”, yani Yaratan’la eşit forma dönüş anına yürürken, aslında yukardan gelen çağrı için bizler hem aşağıda sürekli olarak çalışmalıyız, hem de bir üst akla tutunarak hareket etmeliyiz.


Unutmayalım ki, biz hiçbir zaman Yaratan’a olan imanımıza güvenemeyiz. Yaratan’a doğrudan güvenmemiz ve bu güveni de sürekli yenilememiz gerekmektedir. Aslında güvenimiz O’nun lütfunda pekişmektedir. Lütfuna cevabımız da, Mesih’te biçimlenmek ve Ruh’un rehberliğine tabi olmaktır.


Efendimizin öğretiş, yaşam ve kurtarışında ve Ruh’un öncülüğünde Yaratan’a doğru ilerlerken bazen inanılmaz bir egoyla kendi arzumuzun esiri oluveririz, yani “alma arzumuzun” üstüne tam çıkmışken birden bire yeniden “alma arzumuzun” altında eziliveririz. Bu, öyle bir ezilmedir ki, adeta Yaratan’la aramızdaki bağ kopuvermiş gibi gelir bize. Bu, bir anlamda doğrudur, çünkü Efendimiz Mesih İsa’nın dediği gibi, “yürek hakikaten iki efendiye hizmet edememektedir” (Matta 6:24; Luka 16:13), yani hem maddiyat hem maneviyat aynı anda yürekte duramamaktadır. Ya biri hâkimdir ya da öbürü. Aynen bunun gibi, bu noktada da ya biri, yani ya “küçük ben” hâkimdir, ya da “büyük BEN”. Ve her bir “bencil alma arzusuna tabi olma” otomatik olarak bizi, “küçük ben”in emrine tabi kılmış olacaktır. Bu da doğal olarak, “Yaratan’la, yani büyük BEN”le bağımızın kopması anlamındadır. Fakat bu çoğunlukla bizim hissiyatımızdır, yani biz gizlendiğimiz için, Yaratan’ın bizden gizlendiğini, bizi terk ettiğini hissederiz. Biz bağı kopardığımız için, sanki “bağ” o noktada kopmuş gibidir. Dolayısıyla Yaratan’dan ayrı düştüğümüz hissine kapılırız. Oysa Yaratan, o Yüce Olan her yerdedir. “O’ndan başkası yok” (Yeşaya 45:5) ilkesi doğrultusunda bütün kâinat Öz, Kelam ve Ruh olan o muhteşem üç boyutla sarılmış vaziyettedir. Ve Yaratan bizi o en alt noktada karşılar. Her şeyin bittiği nokta, o alt çizgi her şeyin yeniden başladığı yerdir. Efendimiz Mesih İsa’nın (esenliği üzerimize olsun) o meşhur “kaybolan oğul”(Luka 15:11-31) meselinde olduğu gibi, oğlun dibe vurması babasına esaslı kavuşmasına vesile olmaktadır. Burada büyük bir örnek, büyük bir teşvik ve büyük bir ders vardır. “Bağımızın koptuğunu” düşündüğümüz her an aslında yeniden ve esaslı bir bağ kurmamız için kapı aralanmış demektir.


Ve bir diğer taraftan da düşüşlerimiz, genelin üzerinde yaptığı kelebek etkisi nedeniyle, birtakım olumsuzluklara sebebiyet verebildiği gibi, aynı zamanda inanılmaz yeni izlenimlere, olumlu gelişimlere de bizi taşımaktadır. Bu nedenle, bu metinde bu güvenin sürekli yenilenmesinin gerektiğine örnek olarak verilen konu üç bölüm halinde bize sunulmaktadır.


A. HASTALIK


Ev işlerini düzene sok. Çünkü iyileşmeyecek, öleceksin (38:1)


Aynı kişi hakkında iki farklı bakış açısı olduğunu görmemiz ilginçtir. 2. Krallar 18:5’de “Hizkiya, İsrael’in Allah’ı RAB’e güvendi. Kendisinden önceki ve sonraki Yahuda kralları arasında onun gibisi yoktu” sözlerini görüyoruz. 2.Tarihler 32:24-25’de ise “Hizkiya ölümcül bir hastalığa yakalanınca, RAB’be yalvardı. RAB yakarışını duyarak ona bir belirti verdi. Ne var ki, Hizkiya...büyüklendi” denmektedir. Yeşaya 39’un sonuna baktığımızda ise kendisine verilen ikinci hayatını aslında pek de iyi kullanmadığını görüyoruz.


Burada çok açıkça ifade edilmeye çalışılan, aslında kişinin Yaratan yolunda yürürken düşe kalka gelişim sürecidir. Kalp gözü açılmış olan kişi aslında Yaratan’a samimiyetle yürüyen İsrael olarak gerçekten oldukça düzeyli bir biçimde, “mana yolunda” Mesih İsa’da biçimlenerek Ruh’un ışığında ıslah olarak, “ihsan ve sevgi” yaşamına doğru çekilebilir. Fakat bu yürüyüşüne Hizkiya gibi, “tam güvenle” devam ettiğinde, “başarıyı edinmiş olarak”, yani “Yaratan’la eşit forma” girmiş olarak, “muzaffer” bir yaşamı, “bol yaşamı”, “ihsan ve sevgiyle” arzularının üzerinde sürdürebilir. Ama buna rağmen, her an “güven dolu yaşamını” “kendine güvenmeye” döndürme eğilimi bir köşede pusu kurmuş beklemektedir. İşte, böyle bir durum ortaya çıktığında özellikle orduları yenerken, büyük arzuları, bencil tutkuları, nefretleri, kişinin düşmanı olan “beninin bütün saldırılarını” yenerken, bir gün bir hastalık nedeniyle ya da başka nedenle kişi kendi kendine, “eliyle, koluyla” edindiğini düşündüğü gurur dolu dua sonucunda tepetaklak aşağıya düşebilir.


Dikkat edilirse, burada ölümün hatırlatılması karşısında yüreğin hayat arzusuna ve esasında samimiyetle Yaratan’ı edinme arzusuna cevap gelmiştir, yani Hizkiya talep etmiş ve hakikaten eksikliğinin farkında olarak yürekten dua etmiş, yürekten yakarmış ve bu yakarış kendisine zaman sunmuştur. Ayrıca Hizkiya’nın ruhu burada, Mesih’in yüksekliğini henüz tamamlayamadığının farkına varmış, bedeninin son noktaya doğru hareketinde zaman içinde tamlığı arzulamış ve daha doğrusu aşağıdan uyandırılmıştır. Aşağıdan çalışma ve yukarıdan çalışmayla burada, ruhun Mesihleşmesine, o seviyeye Ruh’la erişmesine zaman verildiğini ve hatta bunun için de bir anlamda zamanın durdurulmasının da bir belirti olduğunu görüyoruz.


Kısacası, Yaratan’a bütün varlığıyla güvendiğini ve sağlığında tamamen RAB’le arasındaki samimî bağla ilerlediğini gördüğümüz bu kişinin, aslında hastalık halinde hâlâ kemalat derecesine, yani Yaratan’ı edinme, Mesih’i giyinmiş olma seviyesine ulaşmadığının farkında, hatta biraz korku ve biraz da güvensizlikle ikinci bir kişilikle karşımıza çıktığını ve buna rağmen samimi olarak yürek niyetinin cevap bulduğunu görüyoruz.


B. İKİ FİKİR


Her şekilde değişken, kararsız kişi RAB’den bir şey alacağını sanmasın (Yakup 1:8)


Aslında bizler çoğu zaman Hizkiya gibi iniş ve çıkışlar yaşıyoruz. Zaman zaman bu iniş ve çıkışlar bizleri yukarda da değindiğimiz gibi, çok daha üs düzeylere çekiyor. Ama aslında bu iniş ve çıkışlarımızda niyetlerimize göre Yaratan’ı ediniyoruz. Çünkü esas işitilen ve kâinatta işleyen dualarımız dudak duaları olmadığı ve her şey yüreğin değişimi, yüreğe yazılmış olan kâinat yasasının işlemesine tabi olduğu için, yüreğin nerede olduğuna göre bu edinimi ediniyor ya da bu edinimden mahrum kalıp tamamen ıslah edemediğimiz bir alt izlenimde kalakalıyoruz. Hatta “mana yolunu bıraktığımızda”, esas Yaratan’la, Mesih İsa’da ve Ruh’undaki bağını kopardığımız için, bu izlenimin, yani “tek gizliliğin” içinde yönümüzü kaybediyoruz ve sadece, “ağızlarla sayılan ama yürekte reddedilen bir imana” doğru koşuyoruz.


Burada da ilk görünüş itibariyle, “ölüm anı” yaklaştığı anda “Yaratan’a tam güvenle” yürüyen Hizkiya’nın yürek yakarışında, aslında, öldüğünde “Mesih’le sonsuzluğa” geçecek kadar “Yaratan’ı edinmemiş olma” kaygısı çektiğini görüyoruz. Ahaz, Yüce Allah’tan belirti istemesi için uyarılmasına karşın gururu yüzünden belirti istememişti. Bu kez de burada Hizkiya’nın, “Allah’ın bütün vaatlerine karşı hâlâ güveninin azlığını belirtir bir biçimde bir belirti istediğini görüyoruz”.


Belirti nedir? (38:22)


Birkaç bölüm önce Yaratan’a tam bir güvenle yürüyen o Hizkiya’nın, hasta yatağında ölüm gerçeğiyle karşılaştığında, bir anlamda, “güveyin beklendiği anda” elindeki kandilinin yağının yeterli olmadığı gerçeğiyle yüz yüze geldiğini görüyoruz. Ve o bütün “örnek güvenine”, örnek ilerlemesine, Mesih’te biçimlenmesine, Ruh’ta serpilmesine karşın günün birinde, “duruyorum sanan dikkat etsin düşmesin” misali, “mana yolundan birden acıların yoluna” doğru bir düşüşle karşılaştığını görüyoruz.


Aslında bu hastalık anındaki yakarışında da, “ışığın hazzını algıladığını”, varlığının amacının aslında Yaratan’ı yüceltmek ve O’ndan sonsuza dek zevk almak olduğunu algıladığını görüyoruz. Ama diğer taraftan, “ölüm vadisinde” neredeyse bu hazzı kaybettiğini ve dolayısıyla, Yaratan’ın vaatlerine de eskisi gibi çok fazla güvenemediği ifadelerini de görüyoruz.


Bu noktada belki de ölüm kapısına geliş nedeni, Yaratan’ı edinerek insan-ı kâmil düzeyinde Yaratan suretine dönüşmüşken, birden bire ıslah kapılarını kapatması, Yaratan’la arasına yeniden, “kendi rızası için alma” arzusunu, gururu koymasıydı. Bu, bedeni, yaşayan can olmaktan yeniden cansız düzeye doğru hareket ettirmekteydi ve zaman istedi, yani aslında ıslah istedi, eksikliğini gören bir durumda bir dua bina ettiği için, kendisine biraz daha ruhunu ıslah ve Mesih’e doğru büyüme, tekâmül şansı verildi. Fakat bu ikinci şanstaki bütün ifadeleri hali hazırda, “tek gizlilik” içinde gidip gelmesinden ibaretti. Ve bu iki fikirliliği aslında onun daha başından sonunu da hazırlayan bir etmen olarak kendisinde gelişiyor ve kendisini geliştiriyordu.


Bu durum aslında hepimizin, “mana çalışmalarını” kestiğimizde ve Efendimiz Mesih İsa’nın (esenliği üzerimize olsun) bedenini oluşturma, yani samimi Mesihîlerin bir arada oldukları ortamı, bağı terk etme durumunda yüzleştikleri ve yüzleşecekleri bir durumdur. Daha önce ne denli maneviyat basamaklarında kalp noktalarının açılmasıyla basamak basamak Mesih’in kendilerinde doğarak büyümesi ve Efendimiz Mesih’te biçimlenmeleri söz konusu olursa olsun, “kendi rızaları için almaya başladıklarında” bu manevi birlikteliği, biçimlenmeyi ve saran ışığın kendilerini sarmasına mani olmuş olacaklar ve hatta “esfel-i safilin” dediğimiz bir seviyeye düşmelerine yol açacaklardır.


Bu, yukarda bahsettiğimiz “ben ve BEN” tezatlaşmasından başka bir şey değildir. Kötünün işlemesi ve iki fikir arasında sıkışıp kalmamız, “ya sıcak ol ya soğuk ol” prensibi doğrultusunda bizi daha da sefil bir hale getirecektir.


Oysa ismi itibariyle bile Hizkiya, “Allah’ın güçlendirdiği” gibi bir manaya gelmekte, yeterince Yaratan’ı edinme yolunda tam bir İsrael (Yaratan’a yürüyen) olarak, bir ışık şahsiyet olarak karşımıza çıkmaktadır ve Asur karşısında, İsrael önünde öyle de olmuştur.


Burada Yaratan’la eşit formata dönüşmedikten sonra bir kap içinde ömre ömür katılmasının değeri nedir? Çünkü beden çocukluktan, gençliğe, gençlikten yaşlılığa tekâmül ederken, eğer Yaratan tarafından bize sağlanmış, kırılmış ruhumuz aslına rücu etmedikten, aynı tekâmülü “yeniden doğuş” ve Ruh’un yönlendirişinde, “Mesih’te biçimlenmeye” dönüştürmedikten sonra ne değeri vardır? Çünkü Yaratan’ı edinme, O’na kavuşma anı gerçekleşmeyecektir. Kapı önünde kalan beş bakire gibi kapı önünde kalınacaktır. Ve kaybolan oğlun (Luka 15:11-31) yuvaya dönüşü gerçekleşmeyecektir. O zaman bu kapta devam eziyettir, koyu karanlık ve dış gıcırtısına doğru yönleniştir.


C. İHANET


Kötü eğilim karşımıza ya bir canavar olarak çıkar ve gözümüzü korkutur ya da bir fahişe olarak önümüze çıkar ve kandırır (Vahiy 13:1, 17:1). Bugün dünyada insanın bu müthiş bencilliği özellikle insanın insana ettiği zulümle gözlerimizin önündedir. Ve diğer taraftan reklamlara varıncaya kadar insanlık birbirinin “ben”inin üzerine çıkarak, “kendi benliği için almasını” tahrik etme derdi içindedir. Bu durum tarihin derinliklerinden günümüze aynı şekilde devam edip durmaktadır. Çünkü “kalp noktası” açılmamış ve Yaratan’ın ışığını henüz içeriye almamış bütün yürekler doğal ışığın, yani yaşam için gerekli olan ışığın etkisinde, “beni tanıma formatında” bütün doğal ışığı egoya doğrultmuş vaziyettedirler.


Önce Asur bütün canavarlığını önce aldatıcılığıyla gizleyerek Yeruşalim’i, yani “sunağın kalbini” baştan çıkarmayı çalışmıştı. Hizkiya’nın Yaratan’ı edinmesi ve güvenini tamamen Yaratan’a vermesi, “kötü eğilimin” bütün arzularının def edilmesine neden olmuştu.


Bu noktada ise karşımıza bir başka izlenim gelmektedir. Bir izlenimde Asur ıslah olunmuş ve Yaratan’ın Mesih İsa’da kurtarışına gönenilmesi gibi, yürekler Yaratan’a güvende tam esenlik bulmuştur. Ama şimdi bir başka izlenimde, yine bir üst Mesihî seviye için bir başka, “alma arzusuyla” mücadele vardır. Şimdi Babil aynı şeyi yapmaktadır. Bu kez “kötü eğilim” güler yüzlülük maskesi altında Hizkiya’nın yüreğini eritmiştir. Yani Asur izleniminde durumun ıslah edilmesi şimdi bu gevşeklikte mümkün olamayacak ve bu da maalesef kaosu, ıstırabı ve dolayısıyla, “mana yolundan” “acılar yoluna” göçü getirecektir.


Ey vefasızlar, dünyayla dostluğun Yaratan’la düşmanlık olduğunu bilmiyor musunuz?


Burada dünya, elbette güzel çehresiyle Yaratan’ın yarattığı şaheser olan dünya anlamında değildir. Buradaki dünya bizim yememiz, içmemiz, yaratılmıştan zevk almamız da değildir. Burada dünya maddedir. Burada dünya, “almaya doyamadığımız ve hep kendi çıkarımız için aldığımız maddedir”. Oysa Yaratan “ihsan ve sevgidir”. Bu nedenle kendi için sürekli madde edinme aşkındaki insan için, yine başta söylediğimiz gibi, yürekte iki efendi olamayacağı için “ihsan ve sevgi” düşmandır.


Burada özellikle Hizkiya, “ben” demeye başlamış ve Babillilerin kendisini sormaları, kendisine gelmeleri onun nefsini okşamış ve yüreğini, “ihsan ve sevgiden” “benin önemliliğine” vermesine neden olmuştur. Kısacası, burada “kendi önemliliği” ve “önemli bir ülke yetkilileri tarafından ziyaret edilmesi”, bu kişilerin esas neyi arzuladığını görmesine mani olmuştur.


Bizler de bazen aşırı “bencil isteklerimizin” ardı sıra koşarken gerçekten bize haz verecek olan şeyin alacağımız şey olduğunu düşünürken bize bir şeyler kazandıracak olduğunu düşündüğümüz şeyin esas niyetinin ne olduğunu görmemiz mümkün bile değildir.


39. bölüme bakılırsa Hizkiya burada, “benin önemi” nedeniyle bütün varlığını bu arzuya açmış bulunmaktadır.

Ve uyarı gelir.


Gün gelecek sarayındaki her şey …Babil’e taşınacak (39:5)


Efendimiz Mesih’in dediği gibi, “eğer hazinen yeryüzünde ise” sarayındaki her şey “alma arzusunun emrinde” Babil’e, yani kötü eğilimin merkezine, yalnızca “benliğe” taşınacak ve bedenin “benlikte” erimesiyle yok olup gidecektir. Oysa esas olan, “ben”in BEN’e” taşınmasıdır.


Uzun yaşamaktan ziyade yaşamı sürekli Mesih’e doğru ve Mesih’le yükselen bir yaşam haline getirmek esas olmalıdır. Ve yeryüzünde bir hazine kaygısına kapılmaksızın, “görünenin ardındaki görünmezi” görerek, Yaratan’la eşit formata, yani Mesih’te tam biçimlenmeye doğru yükselmek esastır. Bu Ruh’un rehberliğinde, saran ışığın sürekli olarak bizde kalması ve işlemesiyle mümkündür.


Bütün bu uyarılara karşın Hizkiya, “Nasıl olsa Babil’in işgalini ben görmeyeceğim, barış ve güvenlik içinde öleceğim” şeklinde bencilce bir noktalamayı tercih etmiştir. Kısacası Hizkiya, gerçekten düşe kalka Mesih’te ilerleyen veya biçimlenen ya da kapı dışında kalan kişilere, yani bize örnek olmaktadır. O, Yaratan’a tam güvenmiş ama sonunda yine kabının Yaratan’ın ışığında ıslahını durdurduğu anda, “kendi normal benliği içinde kendi firavununa, yani benliğine köle olmuştur.”


Dersin özü bu noktadadır. Bana ayna olmasındadır. Yaratan’ın lütfu olmaksızın benim Mesih ve Ruh olarak Yaratan’a cevap vermem oldukça zordur. Yukardan uyandırılmam, aşağıdan uyandırılmayla manevi bir çabaya dönüşmek ve bu devinim sürekli, “her sabahında Yaratan’ın inayetiyle yenilenmek” durumundadır.


Yeşaya’nın 1-39 bölümlerinde aslında halkın Yaratan’ı edinme gerçeğini işittiklerini ama bu işittiklerini bir türlü “kalp noktası” olarak edinemediklerini görüyoruz. Bunun sonucunda da sürgüne gittiklerine tanık oluyoruz.


Kısacası, bizler Yaratan’la eşit forma dönüşmeyi hakikaten yaşamımızın bir gayesi olarak görmüyorsak ve yüreğimizi Yaratan’ın ışığıyla doldurup ruhumuzu geldiği o muhteşem Yaratan’ın formatına döndüremiyorsak, yani Efendimiz Mesih’in kurtarışında biçimlenemiyorsak o zaman sürgüne, bir diğer ifadeyle ağlayış ve diş gıcırtısına (Matta 8:12; 13:41-42; 13:49-50; 22:13; 24:48-51; 25:30; Luka 13:28) devam edeceğimiz gerçeğiyle karşı karşıya kalıyoruz. Ruh’umuzun Mesih’te ve Yaratan’ın Ruh’unda tam olarak dönüşümü sağlanana dek sürgünde kalacağını öğreniyoruz. Ve Yeşaya’nın 40-66 bölümlerinde ise sürgüne gidenlerin tamamen ıslahını ve Yaratan’ı edinme koşullarını lütfu ve gücüyle Yaratan’ın Kendisinin yüklendiğinin müjdesini alıyoruz. Yani bir başka deyişle, Yaratan’ın, yarattığı her dizi ve her dili Kendi önüne getireceğini ilan ettiğini görüyoruz (Romalılar 14:11).


O, halkını yukardan ışığıyla ıslah edecek Olan’dır. Peki, böyle bir ıslah durumunda, “ihsan ve sevginin” üzerimize tam olarak gelmesinde aşağıdaki bizlere düşen nedir?


a. “ihsan ve sevginin” kalp gözümüzün açılması, yani Ruh’un ışığının yüreğimizde Mesih İsa’ya yer hazırlaması ve Mesih’in kurtarıcımız ve efendimiz olarak orada yerini alması sonucu bizim her şeyden önce Yaratan’ı edinmeye başladığımızın bilincinde olmamız esastır. Bu, yukarıdan ve aşağıdan karşılıklı olarak işlemenin sonucunda, “O’ndan başkası yok” (Yeşaya 45:5) kavramı kapsamında bir süreçtir. Bu süreçte, “kötü eğilime”, “benliğe” her ne olursa olsun kulak asmak, “benin üstüne çıkmamıza”, dolayısıyla, “Mesih İsa’da Yaratan’ın suretine dönüşümümüze engeldir. Unutulmaması gereken, “alma arzumuzun” “ihsan ve sevgiye” dönüşmesi oldukça uzun ve zorludur, Mesih’e sürekli tabi olmak demektir ve bu süreçte, “benlik” güçlüdür. Bizi kolayca, “Yaratan’ın yolundan düşürme eğilimindedir”.


b. Yine unutulmaması gereken bir diğer nokta şudur: “O’ndan başkası yok” (Yeşaya 45:5) kavramında, “hepimiz O’nun ruhundan üfürüldük ve kırılmadan önce O’nun suretinde yaratıldık”. Zaten bu nedenle O, Kendi kelimesinin yüceliğini bize ifşa etmiş ve Ruh’uyla hazırladığı yolda, Mesih’inde kurtuluş kapılarını açarak, kurtuluşumuzu, yani kendi “ben”imizden “BEN, BEN’İM” (Çıkış 3:14) diyene geldiğimiz noktaya dönmemizi sağlamıştır.


O’nun ışığında (Mesih İsa ve Ruh’uyla) Yaratan’ı edinmeye başlamış olmamızın bilincinde olmak ve O’ndan gelişmemizin doğal olarak O’na dönmemizi gerektirdiğini ve Yaratan’ın bu kapıyı hep açık tuttuğunu bilmek bizi Mesih’in kurtarışında Yüce RAB’bimize kavuşturmuş olacaktır.


Bu, Yeremya’da denildiği gibi, Allah’ın Yasası’nın yüreklerde yazılması, kimsenin artık birbirine Allah’ı bilin diye öğretmemesi anlamındadır. Kısacası, kurtla kuzunun birlikte yaşadığı (Yeşaya 11:6) Mesih Çağı’nın, bir başka deyişle, beklenilen “göklerin egemenliğinin” geldiği andır. Yaratılanın Yaratan’ıyla buluştuğu noktadır. Mesih’in ikinci gelişidir. O zaman bütün bu ışığın işlemesi yüreğin yaşamla bütünleşerek övgü ve hamtlar sunmasıyla sadece ibadet anını değil, yaşamı ibadet haline getirecek bir koşuldur. Kutlu olsun.