5. ALLAHIM, ALLAHIM, BENİ NİÇİN BIRAKTIN?

Luther’in deneyler sonucu öğrendiği acı bir gerçek, hem mükemmellik, yani şeriat yolunun, hem de mistisizmin çizdiği alçakgönüllülük ve kendini inkâr etme yolunun onu Allah’ın lütfundan emin olma durumuna götürmediğiydi. Kutsal Yasa’nın buyruklarını sevinçle ve özgür bir yürekle yerine getiremiyordu, çünkü Allah’ı değil, kendini seviyordu. Mistisizm yolu, iyi işlerinin yolundan daha iyiydi, ama onu da sonuna dek götüremiyordu. Kendi kalbinde Allah değil, bencillik ve gurur bulunuyordu. Her yönden yol kapalıydı. Luther keşiş arkadaşlarına bakınca, çoğu bedensel ve ruhsal bakımdan iyiydiler. Kendisine de aşırıya kaçmamak için ‘akıllı bir orta yolu’ seçmesini öneriyorlardı. Ama, ‘Allah’ın her şeyde o denli titiz olduğunu düşünme’ şeklindeki öğütleri Luther için İblis’in sesiydi. Allah her şeyi eksiksiz istiyordu, öfkeliydi, tehdit ediyordu. Luther’in yüreğinde, Augustinus’u okuduğu zaman da gördüğü korkunç ‘önceden seçiş’ düşüncesi uyandı. İnsan gözleriyle baktığı zaman, insanların çoğunun cehenneme doğru gitmekte olduğunu gören Pavlus bile şöyle demişti: “Allah dilediğine merhamet eder, dilediğinin yüreğini nasırlaştırır... Ama ey insan, sen kimsin ki Allah’a karşılık veriyorsun? Kendisine biçim verilen, biçim verene, ‘Beni niçin böyle yaptın’ der mi?” (Romalılar 9:18-20). Luther şöyle düşünüyordu: “Kimileri kurtulacağını bildikleri için güvenli ve sevinçli olabiliyorlar. Ben Allah’tan ancak canımın kurtulacağına ilişkin bir güvence istiyorum, ama alamıyorum. Belki konu benim istememem değil, Allah’ın istememesidir. Herhalde ben Allah’ın kurtuluşa seçtiği kişilerin arasında bulunmuyorum. Onun için her ne yaparsam boşunadır.”

Luther ne denli çok çabaladıysa da Allah’ın sanki, “Seni istemiyorum! Mesih’i sana vermek istemiyorum! Ben Allah’ım, istediğimi yapamaz mıyım?” dediğini duyuyordu. Böylece Luther, Allah’ın çocuğuna verebileceği en ağır sıkıntıya düştü. Allah’ın onu bırakmış olabileceği düşüncesi, ona gerçek gibi geliyordu. Luther’in ruhsal yapısı öylesine duyarlıydı ki, her an yüreğinin en derin düşünceleriyle Allah’ın huzurunda durduğunu sezinliyordu: “Cehenneme gitmek için seçildiysem, bu cehennem azabının başlangıcıdır. Önümde cehennem, vicdanımda Allah’ın gazabı ve yargısı, herhalde cehennemin dibi budur” diyordu.

Allah’ın kendisini bıraktığı korkusu Luther’de dehşetli düşünceler uyandırdı. Allah’a karşı tiksinti, kin ve öfke göstermeye başladı. Bütün varlığıyla kendisini arayan birini cehenneme atan Allah, zorba, kaprisli ve gaddar bir varlık olmalı diyordu. Yargı altında olan kişi Allah’a karşı ancak şiddet ve karşı gelme duyguları duyabilir.

Luther’in acısı dayanılmayacak hale gelmişti. Düşüncelerinden dolayı hastalandı. Hastalığında Allah’a karşı gelme duygusuyla sıkıntı, umutsuzluk, ilgisizlik halleri değişiyordu. Kendisine, bir insanın kaderi ve dünyanın gidişi, şansa bağlı kaprisli bir Allah’ın elindeymiş gibi geliyordu.

Luther’in dayanılmaz acılarından söz ettik. Bunlar Luther’in sağlığını bozdu ve onu insanlığın büyük çilekeşlerinden biri yaptı. Doğal olarak bazen iyi ve mutlu olduğu zamanları da vardı. Olmasaydı, bedensel gücü ve aklının ışığı çoktan tükenecekti.

Bir gün Luther acılarını şöyle dile getirmişti: “Böyle sıkıntı ve acı çeken adamı tanıyorum. Uzun süreli değildi, ama hiçbir dilin anlatamayacağı, hiçbir kalemin yazamayacağı ve aynı acılardan geçmeyenin inanamayacağı ölçüde büyük cehennem azaplarıydı onlar. Uzun süreli, yarım saat ya da bir saatin onda biri kadar bile sürseydiler, bu adam tümüyle yok olur, kemikleri yanıp kül olurdu. Bu acılar içinde Allah ve bütün yaratılanlardan nefret ediyordu. O zamanlar ne kendi içinde ne de dışında kaçacak bir yer ya da bir teselli vardı. Her yandan ancak suçlamalar geliyordu. Bu durumda çilekeş insan, ‘Öfkenle beni cezalandırma’ diye dua etmeye cesaret bulamaz; sadece, ‘Huzurundan atıldım’ diyebilir. Böyle anlarda insan hiçbir zaman kurtulamayacağına inanıyor, daha cezasını çekmediğini düşünüyor. Bu ceza sonsuz olduğu için insanda ancak bir yardım özlemi kalıyor, ama yardımı nereden isteyeceğini bilmiyor. O zaman insan sanki Mesih’le birlikte çarmıhta asılı duruyor, kemikleri bile sayılabilir. Varlığında acı, kin, korku ve üzüntü olmayan en ufak bir yer bile yoktur. Bunlar da sonsuza dek sürecek gibidir.” Bir başka sefer de Luther şöyle anlatıyordu: “İçine düştüğüm umutsuzluğun ne denli iyi ve beni kurtuluşa ne denli yakın çektiğini anlayıncaya dek, birçok kez doğduğuma pişman olarak umutsuzluğun dibine bırakıldım.”

Bu sözleri söylerken Luther acılı yıllarında kendine yakın, babacan arkadaşı, ruhsal öğütçüsü ve avutucu olan adamı anımsıyordu. Luther’in sonradan söylediklerine göre, bu adam olmasaydı, sıkıntıdan yok olurdu. Bu adam Luther’in en üst şefi olan, Augustinusçu manastırların başmüfettişi, Wittenberg Üniversitesi’nin profesörü, doktor Johan von Staupitz idi.

Doktor Staupitz, zamanında büyük saygı gören biriydi. Ona durmadan saygı ve sevgi gösterileri yapıldı, yeni görevler ve unvanlar verildi. Staupitz soylu, dünya görmüş, nazik, şakacı, her yerde beklenen, soyluların güvendiği, ruhsal öğütler veren biriydi. Buna karşın alçakgönüllü ve dürüst, bu dünyaya bağlı olmadığı için özgürce yaşayabilen bir sofiydi. Bu etkili kişi Luther’i Erfurt’ta buldu, Wittenberg Üniversitesi’ne gönderdi. Gördüğümüz gibi, Luther’i öğrenimini sürdürmeye ikna etti. Sonra onu Wittenberg manastırının başrahip yardımcısı, daha sonra da bütün Augustinusçu manastırların müfettiş yardımcısı yaptı. Ama Luther, Staupitz’e en çok onu umutsuzluk bataklığından çıkardığı için gönül borçlusu oldu. Staupitz’in Luther’e yardım ettiği ilk nokta, gerçek tövbe konusundaydı. Luther, kendisinde sevgi bulamadığı için, gerçekten tövbe edemiyordu. Şimdi kendisi gibi düşünen ünlü bilgini ve ruhsal öğütçüsüyle karşılaşmıştı. Staupitz, Luther’i tövbede kendi gücüne güvenmemesi konusunda uyardı. Kendine güvenmesi, bu konuda gururlu olduğunu gösteriyordu. Luther şunu ekler: “Bizim lütuf öğretimiz insanı değil, Allah’ı onurlandırır diye açıklayarak beni avuttu.” Sonra Luther, Kısa Hristiyan İlmihâli’nin üçüncü bölümünde, “İnanıyorum ki, kendi akıl ve gücümle Rabbim İsa Mesih’e gelemiyorum ve O’na inanamıyorum” dediği zaman Staupitz’in öğrettiklerini aynen aktarıyordu. Bugün de Luteryen kiliselerinde tövbe öğretisinintemeli şöyledir: Gerçek tövbe, ancak Allah’a duyduğumuz sevgiyle başlar. Bunu Luther’e Staupitz öğretti. Sevgi, tövbe eğitiminin sonuç ya da doruğu değildir; tövbe Allah sevgisini tatmakla başlar. Staupitz’in, Luther’e yardım ettiği başka bir konu da Allah’ın reddetmesiydi. Staupitz ona, “Allah bizi reddediyormuş gibi göründüğü zaman da onun isteğine uymalıyız. Çünkü bu bencilliğimizden uzaklaşmak ve koşulsuz olarak Allah’a güvenmemiz için gereklidir” diyordu. Staupitz, Luther’i buraya dek getirdikten sonra, onu umutsuzluğun dipsiz bataklığından çıkardı ve gökkuşağının üstünde oturan yargıç Mesih yerine, bambaşka bir Mesih anlayışı getirdi.

Luther’in yazılarında en çok kullandığı Kutsal Kitap ayeti, İsa’nın çarmıhtaki, “Allahım, Allahım, beni neden terk ettin?” haykırışıydı (Matta 27:46). Staupitz, birçok kişinin böyle öğretmesine karşın, İsa’nın örnek yaşamının taklit edilemeyeceğini –bunu zaten yapamayız– ama İsa’nın bize sadece Allah’ın bir armağanı olarak verildiğini öğretti. İsa’nın yaşamı, beşikten mezara dek ‘bizim için’ yaşanmıştı. İsa çarmıhtaki acı sözlerini söylediği zaman, orada bizim yerimize asılıydı. Bedeninde bizim günahlarımızın cezasını ve suçluluğunu, Allah’ın öfkesini ve insanların acılarını, vicdanında da Allah’ın kendisini terk etmiş olmasının korkusunu yaşadı. Bunların hepsi bizim için oldu. Bunun anlamı da şudur: En derin umutsuzluk ve en büyük acı içinde olduğumuz zaman bile tek başımıza bırakılmış değiliz, acı çeken Kurtarıcımız yanımızdadır. Bizler Allah tarafından terk edildiğimizi düşünüp korkarken, Mesih’in o yolu bizden önce yürüdüğünü ve bizim için bu acıyı hafiflettiğini unutmayalım! Kendisi her şeyde sınandığı ve elem çektiği için, sınananlara yardım edebilen bir Kurtarıcımız vardır.

Kurtarıcımızın bizim için yaptıklarını Luther’den sonra kimse bu denli derin anlamda anlamamıştır. Ne var ki, kendisi karanlık gecenin bitmekte ve parlak bir günün doğmakta olduğunu daha anlayamıyordu.